Category Archives: war

Çeviri: Savunmasızların Savunusu

Uluslararası Hukuk dergisi Opinio Juris’de yayınlanan makalede, akademisyen Alonso Gurmendi, İsrail-Filistin çatışmasındaki “sivil” kavramının farklı gruplar tarafından ele alınma biçimini analiz ederek, savunmasız bireylerin öldürülmesine karşı bir norm olarak işlev görebileceğini savunuyor.

Alonso Gurmendi’nin* Savunmasızların Savunusu başlıklı makalesi 20 Ekim’de Opinio Juris’te yayınlanmış ve Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu için kısaltılarak çevrilmiştir.

7 Ekim’de Hamas militanları Gazze çevresindeki güvenlik çitlerini kırdı, askeri kontrol noktalarını ele geçirdi ve çok sayıda İsrailli sivili öldürmek ve/veya kaçırmak amacıyla güney İsrail’e sızdı. Buna karşılık İsrail hükümeti Gazze’yi kuşatma altına aldı, yerel halka yiyecek, su ve elektrik tedarikini kısıtladı, kitlesel olarak sınır dışı etme tehditleri oluşturdu ve şehirlerinin tamamen yok edilmesi ile ilgili insana aykırı ifadeler kullandı.

Yetkililer, İsrail’in “insan hayvanlarla” savaştığı için Gazze’nin bir “çadır şehri” haline geleceğini ve “yerle bir edileceğini” söylüyor. Bu dil göz önüne alındığında, insani ve akademik alanda çalışanlar Gazze’de potansiyel bir soykırım konusunda uyarıda bulundu.

Çoğu kişi, bu muazzam ve vahim can kaybından duyduğu üzüntüyü dile getirirken, bu felaketi anlamamız açısından sivil kavramını hedef aldı. Bu makalede, sivil yaşamın korunmasının önemini vurgulamak amacıyla bu görüşlere eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmayı ve özellikle savunmasız ve kırılgan bireylerin öldürülmesine karşı bir normun savunulmasını hedefliyorum.

Bu, sadece tek bir “taraf” ile sınırlı olan bir sorun değil. Öne çıkan bazı örnekleri adlandırmak gerekirse, Hamas’ın saldırısının hemen ardından, akademide bazı sesler “Filistin topraklarını işgal etmenin sivil terimini doğru bir şekilde yansıttığını düşünmediklerini iddia ettiler.” Ancak günler geçtikçe, bu görüşler giderek, Filistinli sivillerin var olmadığı yönündeki görüşler tarafından bastırıldı.

Örneğin, Gazze’yi kuşatmanın bir parçası olarak İsrail’in elektrik desteği kesilmesi gereken “kuvözdeki bebeklerin” akıbeti hakkında sorulduğunda, eski bir İsrail Başbakanı öfkeyle: “Gerçekten de bana Filistinli siviller hakkında sürekli sorular mı soracaksınız? Sizin sorununuz ne? (…) Ben düşmanlarıma elektrik veya su vermek zorunda değilim” açıklamasında bulundu. Benzer şekilde, Gazze halkının refahı sorulduğunda, bir İsrail Bakanı “Gazze umurumda değil” dedi ve daha sonra Gazze’nin sakinlerini “denize kaçmaya davet edildiklerini” belirtti. Aynı şekilde, İsrail’in Başkanı “[Hamas ile] ilgisi olmayan, bilinçsiz siviller” retoriğinin doğru olmadığını ifade etti. Bu aynı ima, bazı akademisyenler tarafından da tekrarlandı.

Bu yazıda, “sivil” kavramının bu olaylar bağlamında geçerliliğini veya uygulanabilirliğini reddeden görüşlere karşı çıkmak istiyorum.”Sivil” kavramı, tüm sınırlamalarına rağmen, savunmasız ve kırılgan bireylerin lüzumsuz yere öldürülmesine karşı bir norm işlevi görüyor. Bu nedenle bu kavramı terk etmek yerine koruma ve geliştirmemiz gerektiğini savunuyorum.

Tartışmamı üç ana noktaya odaklayacağım: İlk olarak, savunmasız ve kırılgan kişilerin lüzumsuz yere öldürülmesine karşı bir kuralın var olduğunu (veya olması gerektiğini) göstereceğim. İkinci olarak, ulusal kurtuluş savaşında bu normun terk edilmesi gerektiği fikrine karşı çıkacağım. Üçüncü olarak, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Hamas’ın suç ortağı olduğu için Filistinli sivilleri öldürebileceği yönündeki iddialarını da benzer şekilde eleştireceğim. Son olarak sözü edilen etik veya yasa dışı eylemleri kimin durdurma yetkisine sahip olduğu şeklindeki daha geçerli soruya kaydırarak yazıyı sonlandıracağım.

Ayrıca bu yazının neyle ilgili olmadığını da açıklamam gerekiyor. Bu yazı sömürgeciliğe şiddetle direnme hakkının olmadığını savunmuyor. Aynı zamanda Filistin’in durumunu İsrail’in durumuyla eşitlemek anlamına da gelmiyor. Bu yazının içerdiklerini araştırılırken, Filistinlilerin sivil statüsünü göz ardı eden açıklamaların, İsraillilerin sivil statüsünü göz ardı eden ifadelerden daha yaygın olduğu ortaya çıktı. Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkı ve İsrail’in, Gazze ve Batı Şeria’ya yönelik onlarca yıldır süren ablukayı/işgalini sona erdirme yükümlülüğü de dahil olmak üzere, uluslararası insani hukuka uyma konusunda yasal bir yükümlülüğü var.

Sivil Kavramına Bakış

Basitçe söylemek gerekirse, “sivil” kategorisini herkesin saygı göstermesi gereken nesnel, siyasi olarak tarafsız ve zorunlu bir standart olarak tanımlamak verimli olmayacaktır. Helen M. Kinsella tarafından ayrıntılı bir şekilde gösterildiği gibi, modern savaş hukukunun kimin sivil kimin savaşçı olduğuna karar verdiği süreç tarafsız değildir. Bu ayrım, medeniyet, masumiyet ve cinsiyetle ilgili karmaşık ve çelişkili söylemlerin ve modern “insani” hukukun temel belgelerini şekillendiren tarihine dayanır. Aslında, bu söylemler olmasaydı, kavramın II. Dünya Savaşı dehşetlerinin ardından sonsuza dek kaybolmuş olabileceği bir gerçektir.

Bu temeller üzerine inşa edilen “sivil” kavramı, bu nedenle tamamen Avrupalı merkezli ve ırkçı “medeni” ve “vahşi” ayrımından ayrılamaz. Bir bakıma, bu kavramın doğal evrimidir. 19. yüzyılın “muharip olmayan” veya “vatandaş” kavramı iki özel varsayıma dayanır: “birincisi, işgalci yönetim karşısında pasiflik; ikincisi, çatışmaya katılmama”.

Böylece [sadece] düzenli silahlı kuvvetlere üye olarak askere alınanların statüleri yasal olarak değişecek ve düşman tarafından ele geçirilmeleri halinde savaş esiri olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı” (s. 57). Bu, elbette, “medeni olmayan”, “ahlaki olmayan” şekillerde hareket eden isyancı vatandaşları, yani yerli halkı, kadın aktivistleri, partizanları ve siyasi mahkumları her türlü uluslararası korumanın dışında tutuyordu.

Bu nedenle, 1949 Cenevre Konferansı’nda İngiliz temsilcinin açıkladığı gibi, Siviller Sözleşmesi’nin tüm tasarımı savaş mağduru sivillerin korunması üzerindeydi. Bu, savaş kurallarına uymayan, gayri-meşru silah taşıyıcılarının korunması anlamına gelmiyordu. Müzakere sürecinin merkezindeki bu endişe, Boyd van Dijk’in “insan hakları düşüncesini” destekleyenler (örneğin Kızıl Haç) ile stratejik çıkarlarını korumayı amaçlayan devletler arasındaki çatışmayı belirledi. Bu önde gelen tasarıcıların “başlangıçta insan hakları düşüncesini benimsedikleri, ancak sonunda Sözleşme metni içinde bu düşünceyi ve prensiplerini dahil etmeyi reddettikleri” anlamına geliyordu (s. 55).

Kinsella’nın belirttiği gibi, “IV Sözleşme’de tanımlanan sivil koruma, ilkel, yetersiz ve biraz soyut bir doğaya sahipti (…) sadece düşmana karşı keyfi eylemlerden korumayı genişletirken, askeri operasyonların tehlikelerinden korumayı genişletmiyordu”. Sivillere, vicdana ve insanlığa karşı ortak bir sorumluluk duyulması veya en azından ikaz barındırmasına izin verilmedi.” (s. 118).

“Sivil”, bu nedenle problemli bir kategori olarak görülebilir. Rasyonelleştirilmiş tarihsel kökenlerden ortaya çıkar ve ABD ve İngiltere’nin uluslararası insancıl hukuku, stratejik askeri çıkarlarını koruyarak çok fazla insanı – veya özellikle uygun olmayan insanları – korumaktan engellemeye çalışmalarının bir ürünüdür. Ve yine de, savaş zamanında savunmasız ve kırılgan olanlar için (ne kadar eksik olursa olsun) en uygun yasal kavramdır. Seth Lazar’ın dediği gibi, “savunmasızlara saldırmak sömürücüdür, risklidir ve zayıfları koruma görevini ihlal eder; savunmasızlara saldırmak onları kontrol edenler aracılığıyla doğrudan, başkalarıyla birlikte veya dolaylı olarak haksız tehditler oluşturur.” Bu nedenle Haque’u takip edersek, “siviller, öldürülmeme veya ciddi şekilde zarar görmeme temel hakkı olan insanlardır. Bu haklarını yalnızca doğrudan, diğerleri aracılığıyla dolaylı olarak veya etkin bir şekilde kontrol ettikleri kişiler aracılığıyla haksız tehditler oluşturarak kaybederler.”

Filistin-İsrail Bağlamında “Sivil” Kategorisini Düşünmek

Yukarıda görüldüğü gibi, bazıları sömürgecilik karşıtı kurtuluş bağlamında böyle bir norma güçlü bir şekilde karşı çıkıyor. Bu görüş, bu tür mücadelelerde, Hamas’ın gerçekleştirdiği saldırılara benzer saldırılar dahil, mümkün olan her yola başvurulabileceğini savunuyor. Bu bağlamda Hamas’ın saldırısı sömürgeleştirilmiş bir halkın, zalimlere karşı kanlı ve kararlı bir mücadelesi içindeki eylemler olarak görülüyor. İşte bu bağlamda İsrailli siviller önemsiz görülerek önemsenmiyor.

Bu düşünce, anti-kolonyal akademisyen Frantz Fanon’un fikirleriyle güçlü bir şekilde yankılanıyor. Fakat Fanon’u savunmasız ve kırılgan bireylere karşı tamamen rastgele ve kontrolsüz şiddeti haklı çıkaran biri olarak okumak, benim görüşüme göre yanlış bir okuma olur. Aslında, bazıları çalışmasını tartışmalı bir şekilde “şiddetin eleştirisi” olarak tanımlamışlardır. Fanon asla şiddeti maliyetsiz veya hatta doğal olarak olumlu bir şekilde tanımlamaz. Fanon’a göre şiddet özgürleştirici ve kathartik olabilir, ancak aynı zamanda sömürgecilerin taşıması gereken ağır bir yüktür; kontrol altında tutulmazsa anti-kolonyal mücadelelere zarar verebilecek bir yüktür. Fanon’un amacı sadece sömürgeciyi yok etmek değil, özgürlükten sonra “yeni bir insanlık” yaratmaktır. Ve Fanon’un şiddet konusundaki görüşleri bu terimlerde sorgulanmalıdır.

Fanoncu perspektif öne sürülen tek argümanlardan değil. Bazıları ise sivilleri öldürme hakkının Hamas’ta değil İsrail’de olduğunu savunuyor. Bunların çoğu Filistinli sivillerin ya etik açıdan önemsiz olduğu ya da Hamas’ın suç ortağı olduğu fikrine dayanıyor. Bir sivilin yaşam hakkının kapsamını belirlemenin temeli olarak bir davaya suç ortaklığı veya katkıda bulunma fikri, Revizyonist Adil Savaş Teorisi (Just War Theory) akademisyenleri tarafından incelenen ana konulardan biri. Haque, adil bir savaşta, “doğrudan düşmanlıklara katılmayan birçok sivilin, siyasi, maddi, stratejik ve etik olarak öldürülmeme haklarını yitirdiklerini, kasıtlı veya dolaylı biçimde öldürmeye yatkın olduklarını” iddia ediliyor. (s. 258).

Örneğin Jeff McMahan şunu ileri sürmüştü: “Hiroşima’daki birçok sivil, Japonya’nın yenilgisini ahlaki bir zorunluluk haline getiren haksız saldırganlık eylemlerinden dolayı daha fazla sorumluluk taşıyordu. Sonuç olarak, kendi kültürlerinin inanç ve değerlerini ifade eden ve onların desteğiyle hareket eden onların hükümetiydi” (s. 228). Bu nedenle, onun görüşüne göre, eğer bombanın tek alternatifi, “Japon saldırganlığı nedeniyle barışçıl yaşamlarından koparılan” çok sayıda ABD askerinin öleceği bir kara saldırısı başlatmaksa, o zaman Hiroşima sakinlerinin öldürülmesinde etik bir sorun yoktu.

Fakat, Gazze’deki tüm Filistinlilerin Hamas’la iş birliği içinde olduğu görüşü elbette saçma ve tamamıyla çürütülmüş durumda; yalnızca ima ettiği bariz ırkçı genelleme nedeniyle değil, aynı zamanda Gazze nüfusunun yarısının 18 yaşın altında olduğu gerçeği nedeniyle. Fakat, tartışma adına, hepsinin McMahan’ın terimleriyle “sivillere katkıda bulunduğunu” varsaysak bile, benim görüşüme göre, savunmasız bireyleri koruma yönündeki kategorik norm hala geçerli olacaktır. Çünkü onlar kimseye tehdit oluşturmayan soyut ve dolaylı etkilere atıfta bulunarak yaşam haklarını kaybedemezler.

Yani ne insanlar ne de devletler siyasetleri yüzünden insanları öldüremez!

Sonuç

Şimdiye kadar savunmasız bireylerin öldürülmesine karşı bir norm olduğu ve bu normun Fanon’un ve McMahan’ın argümanlarıyla bozulamayacağını nedenleriyle anlattım. Aynı zamanda ne Fanon’un ne de McMahan’ın teorilerinin, mevcut bağlamda savunmasız sivillerin kasıtlı ve gereksiz bir şekilde öldürülmesini desteklemediğini savundum. Ancak “sivil” kategorisinin yetersiz olduğunu da gösterdim. Böylece bu tartışmadan çıkarılması gereken iki önemli sonuç bulunuyor:

İlk olarak, “sivil” kategorisinin azaltılması veya reddedilmesi değil geliştirilmesi ve daha fazla korunmasını savunuyorum. Daha önce belirttiğim gibi, uluslararası insancıl hukuk kuralları modern bir oluşum. Ve bu kuralları “savunmasız bireylerin kapsamlı korunması” veya belki de “savunmasızların kapsamlı savunmasını” göz önünde bulundurarak oluşturmamız gerekiyor.

İkincisi, söylediğim her şeyin ve olası tüm ahlaki ve hukuki incelemelerin ötesinde, meslektaşım ve arkadaşım Janina Dill’in şu sözlerine katılıyorum: “Önemli etik soru ne ‘kim daha kötü?’ ya da ‘kim başlattı?’ ‘, değil ama ‘kim bunu durdurma gücüne sahip?’ Dolayısıyla, sivilleri öldürmenin neden haklı olmadığını daha uzun ve daha ayrıntılı bir şekilde tartışabilirim, ancak işin aslı şu ki, savunmasız ve kırılgan sivilleri öldürme hakkının Hamas’a mı yoksa IDF’ye mi verilmesi gerektiği konusundaki tartışmanın ta kendisi bunun ahlaki bir başarısızlık olduğudur. Bu yazının varlığı ve bunu yazmak zorunda hissetmem, kendisi ahlaki bir başarısızlıktır.

* Alonso Gurmendi, King’s College London War Studies Bölümü’nde Uluslararası İlişkiler alanında öğretim üyeliği yapmaktadır.

** Tüm alıntıları görmek için yazının orjinaline bakabilirsiniz.

*** This article was originally published on Opinio Juris and has been shortened and translated to Turkish for the Equality, Justice, and Women’s Platform. For all the references see the original text.