Category Archives: Uncategorized

Eşitlik Adalet Kadın Platformu Podcast Serisi: Global Ses

Global SES podcast serisi, barış süreçlerinin uluslararası ve toplumsal dinamiklerine odaklanarak, küreselin etkisini ve iç siyaset ile bir aradalığını toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alıyor. Seriyi hazırlayıp sunan akademisyen Begüm Zorlu, “Uluslararası aktörler ve dinamikler tüm barış süreçlerinin ayrılmaz bir parçası. Bu sebeple bu seride, dış politika ve Kürt sorunu, iç ve uluslararası hukuk ve barış, iklim ve barış süreçleri, kadın dayanışması, uluslararası bağlantılar ve barış konularına odaklanmayı seçtik” diyor.

Global SES #1: Kadın, barış ve güvenlik gündemi kıskacında Türkiye’de çatışma çözümü – Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik

Begüm Zorlu, Global SES başlıklı podcast serisinin ilk bölümünde Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik’i konuk ediyor. Çelik, hem akademik hem de sivil toplum çalışmalarından yola çıkarak barışın toplumsallaştırılması, kutuplaşmanın çatışma çözümü dinamiklerine etkisi ve kadın hareketinin barış süreçlerindeki rolünü anlatıyor.

https://open.spotify.com/embed/episode/7LqKInB8kroc2qzy0cvlNs?si=8faad57bf3ac4f61&utm_source=oembed

Barış İçin Kadın SES’i projesiyle ilgili detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

Aysel Tuğluk’s Captivity is a Human Right Violation

In her commentary, Begum Zorlu, PhD researcher at City, University of London, argues that by denying Kurdish politician Aysel Tuğluk proper treatment for her dementia, authorities are putting her life at risk.

All persons under any form of detention or imprisonment shall be treated in a humane manner and with respect for the inherent dignity of the human person.

Basic Principles for the Treatment of Prisoners, Article 1; UN Body of Principles for the Protection of All Persons under Any Form of Detention or Imprisonment 

Followers of Turkish politics are aware that since the coup attempt in 2016, democratic backsliding in the country has taken the form of unjust trials, rights violations, and political violence. The deterioration of rights has also been evident in cases of detention, which are clearly in violation of the basic principles for the treatment of prisoners highlighted in international treaties. Kurdish politician Aysel Tuğluk’s continued captivity to this day demonstrates the cruelness of the current political climate in Turkey and marks a grave human rights violation.

Aysel Tuğluk is a prominent Kurdish politician and a human rights lawyer who has been active in national politics for almost twenty years. She was the founding member and Co-Chair of the pro-Kurdish Democratic Society Party.

Her life has been marked by struggle on multiple fronts as she explained in one of her interviews that the death of her father and brother during her childhood shaped her desire to enter politics. She was raised by a diligent mother, who tried to make ends meet to keep Tuğluk in education. Tuğluk described the losses she faced during her childhood as motivating her to enter politics.

Aysel Tuğluk faced repression throughout her career and has been imprisoned since 2016 due to the charges on terrorism linked to the outlawed Kurdistan Workers’ Party (PKK). However, as the solidarity group 1000 Women for Freedom to Aysel Tuğluk” has outlined, these charges are linked to the speeches she made as a deputy, which are within the scope of freedom of thought and expression.
While serving her sentence Tuğluk’s mother Hatun Tuğluk passed away in 2017, and the funeral was attacked by far-right protestors in Ankara. A large group attacked with stones and sticks and threatened to prevent the funeral. Due to this, Tuğluk’s family decided to move Hatun Tuğluk’s body from the cemetery where she was buried so that it would not be attacked. The crowd also shouted racist and discriminatory slogans like “we will not bury terrorists here. This is not an Armenian cemetery. If you bury them, we will cut them to pieces!” This undoubtably became a traumatising event as Aysel Tuğluk’s farewell to her mother was marked by attacks and threats. Due to the continued threats and impunity, Tuğluk’s mother’s body had to be transferred to Dersim. She was not able to attend the funeral as a permit was not given by the authorities. Tuğluk’s family and friends believe that the attacks have triggered or contributed to her illness. She was diagnosed with dementia in prison last year.

The situation is getting worse and urgent action needs to be taken

Even though her illness is progressing, Tuğluk is repeatedly facing obstacles to receiving the right treatment. After a long-term legal struggle, which recently concluded, the courts decided for her release. However, it was announced that Tuğluk will have to continue to stay in prison, due to receiving a sentence as part of another case.

The situation is dire. As a result of the treatment and examinations carried out by Kocaeli University Forensic Medicine Department months ago, it was stated that Aysel Tuğluk could not stay in prison. Her lawyer Ezgi Güngördü, stated that Tuğluk did not even remember the release decision given in the Kobanê case . Despite multiple medical and expert reports stating that “Tuğluk cannot stay in prison alone”, the official Institution of Forensic Medicine says she can stay imprisoned. However, the same Institution of Forensic Medicine made a decision to release the General Çevik Bir, who is also facing the same illness.

Solidarity Continues to Grow

Rights activists in Turkey and around the world have been working to raise awareness of her case and secure her release. In January, an application was made to the UN for the release of Tuğluk and other sick prisoners. Bar associations and non-governmental organizations wrote a letter to the UN to take action on the state of sick prisoners. This letter, signed by bar associations, law and human rights organizations from countries around the world was sent to the UN Special Rapporteur on Torture and Ill-Treatment, Independence of Judges and Lawyers, The Condition of Human Rights Defenders, Physical and Mental Health, and Minority Rights, and the Arbitrary Arrests Working Group.

Her captivity led to domestic and international reactions. The Republican Peoples’ Party (CHP) Adana Provincial Organization Chair Mehmet Çelebi has made a call for Aysel Tuğluk’s release from prison. Feminist activists and authors like Silvia Federici and Angela Davis also sent calls of solidarity.

Free Aysel Tuğluk Now

After the announcement that Tuğluk will not be released, the “Platform of 1000 Women for Aysel Tuğluk” gathered in front of the prison. Speaking at the gathering, Prof. Dr. Özgün said “Unfortunately, Aysel Tuğluk no longer has the opportunity to meet her needs and maintain her personal care without assistance.


Tuğluk’s continued captivity is making her illness worse, leading to an irreversible point with each passing day. As Kurdish politician Ahmet Turk put it earlier, “The government is approaching this issue with hostility. It is inhumane to keep a person in such a state of health in prison.” It is therefore correct to state that every day that Tuğluk is being held amounts to the continuation of a human rights violation. She must be released immediately.

Covid-19’un Ardından Küresel İşbirliği: Ana Akımı Yeniden Şekillendirmek

Bu yazı Koç Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin blog sayfasında yayınlanmıştır. Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu için Türkçe’ye çevrilmiştir. Yazının İngilizce orijinaline bu linkten erişebilirsiniz.

Giriş

2020 koronavirüs salgını hayatımıza bir şok etkisi yaratarak girse de neoliberal hegemonya kapsamında devletlerin yaptığı siyasi seçimler göz önüne alındığında, o kadar da beklenmedik değildi. 1970’lerden beri uygulanan mali kısıtlamalar ve özelleştirme politikaları devletin denetleme kapasitesini sistematik olarak zayıflatarak sosyal refahı, insan güvenliğini ve gezegeni tehlikeye sokmuştur.

Pandemi, devletler topluluğunun birbiriyle ne kadar bağıntılı olduğunu ve ortak sorunlara kolektif bir yanıt vermenin aciliyetini ortaya çıkardı. İronik olarak, aynı zamanda kendi kendine yeterlilik savunucularını da cesaretlendirdi. Bu nedenle, küresel iş birliği için Covid-19 mirasının karmaşık ve çok yönlü olması muhtemeldir.

Pandeminin olası etkilerini anlamamız açısından mevcut krizin toplumsal cinsiyet üzerindeki etkisi güçlü bir giriş noktası sunuyor. Pandeminin kadınlar üzerindeki olumsuz sonuçları hakkında çok şey yazıldı ve bunlar büyük ölçüde etkinin orantısızlığına odaklandı.  Bu popüler söylemden uzaklaşmak ve mevcut krizin toplumsal cinsiyete dayalı sonuçlarının sadece kadın ve erkek arasındaki göreli bir farklılık meselesi olmadığını, sorunun daha çok sistemsel ve yapısal bir nitelik taşıdığını savunmak istiyorum. Toplumsal cinsiyet ilişkileri kadınları bakım erkekleri de geçimden sorumlu kişiler olarak konumlandıran ataerkil iş bölümünün sonucudur. Tarihsel olarak ana akım ekonomi ve yönetim biçimlerinin örgütlenme mantığı ailenin geçimini sağlayan erkek (hane halkı reisi) normu üzerine kurulurken, bakım bu mantığa ikincil kılınmıştır.

Pandemi bu ana akım sistemi bozarken, iş dünyası ve kamusal alan şimdi kargaşa içinde ve toplumsal cinsiyet eşitliği ve uluslararası ilişkiler için derin etkileri olan birbiriyle ilişkili iki eğilimi körüklüyor: (i) bakım krizi ve (ii) güvenlikleştirme.

Bakım krizi

İktisatçılara göre, mevcut durgunluk olağandışıdır ve istihdam etkileri bakımından, önceki ekonomik gerilemelere kıyasla belirgin bir şekilde farklıdır. Önceki krizler ya ağırlıkla erkekleri ya da kadın ve erkekleri aşağı yukarı eşit olarak etkilemişti[1]. İmalat ve inşaat gibi erkeklerin egemen olduğu sektörler ekonomik döngülerle yakından bağlantılıyken, kadınların egemen olduğu, hizmetle ilgili sektörler normalde daha az döngüseldir. Mevcut kriz en çok bu daha az döngüsel işleri vurarak kadın istihdamında keskin bir düşüşe neden oldu, ancak  kadınlar aynı zamanda virüsle mücadelenin ön saflarında yer alan temel işlerde ağırlıklı olarak temsil edilmeye devam etti (örneğin sağlık çalışanlarının %70’inden fazlası kadın).

Salgının başlangıcından bu yana, piyasa ekonomisi yavaşlarken hem ücretli hem de ücretsiz bakım emeğine olan talep arttı. Pandemi ile başa çıkmak için devlet ne kadar az sağlayabilmişse, haneler ve topluluklar o kadar daha fazla yükün altına girme zorunda kalmışlar ve bir bakım krizi patlaması yaşanmıştır.

Bakım ekonomisi uzun süredir krizde olsa da günlük yaşamı küresel ölçekte etkisi altına alması mevcut pandeminin bir sonucudur. Yeniden üretim işiyle bağlantılı toplam bakım emeği, ekonomik faaliyetin büyük bir dilimini oluşturur. Ücretli bakım emeği, küresel işgücünün %11,5’ini teşkil ediyor ve çalışanların üçte ikisi kadın (Uluslararası Çalışma Örgütü). Ücretsiz bakım işi günde yaklaşık 16,4 milyar saat, yani 2 milyar işe denk geliyor ve yine bunların dörtte üçünden fazlası kadınlar ve kızlar tarafından yapılıyor.

Bununla birlikte, bakım işi büyük ölçüde küçümseniyor; ücretsiz bileşeni görünmez kalıyor ve GSYİH gibi geleneksel ekonomik faaliyet ölçülerin dışında tutuluyor. Kadınsı olarak klişeleştirilen ücretli bakım işi ise, işverenlerin düşük ücretli, esnek, kolay harcanabilir ve değiştirilebilir işçi teminini kolaylaştırıyor. Feministler uzun zamandır bakım işlerinin değersizleştirilmesini kadınların boyun eğdirilmesinin ve sömürülmesinin kaynağı olarak tanımladılar. 1972’de İtalya’da başlayan ‘Ev İşine Ücret’ (Wages for Housework) kampanyalarını, bakım emeğine görünürlük kazandırmak için paha biçilmez pek çok girişim izledi. Ancak bunlar bölünmüş politika ve uygulamaların ötesine geçemedi ve bakım işleri büyük ölçüde özel yaşamın gölgesinde fark edilmez kaldı.

İtalyan feminist Sylvia Federici, 30 yılı aşkın bir süre önce bakım işinin değersizleştirilmesinin tehlikeleri konusunda uyarmıştı ve sonunda görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir krize dönüşeceğini belirtmişti. Ana akım kamusal yaşamı kesintiye uğratan pandemi, gerçekten de bu gerçeği görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir hale getirdi: bakım ekonomisindeki kriz tüm kesimlerin dikkatini çekecek hale geldi.

Ana akım geçim modeli

Geçimden sorumlu erkek modeline dayanan ana akım ekonomi, yıllar içinde önemli değişim geçirdi. Küresel çapta yaşanan sosyo-ekonomik dönüşümler ve kadın hakları hareketleri sonucunda kadınlar artan sayılarla işgücü piyasasına entegre oldu.

İstihdam ve karar alma pozisyonlarında cinsiyet dengesi ile ölçülen toplumsal cinsiyet eşitliği göstergeleri, devletler ve uluslararası kuruluşlar için politika hedefleri haline geldi. Orta sınıf ve varlıklı kadınlar için bu, bakım ve ev sorumluluklarını daha az avantajlı kadınlara devretmek anlamına geliyordu. Alt sınıftan kadınlar zaten uzun süredir fabrika ve sıradan işlerde ucuz emek kaynağı olmuştu.

Pandemi döneminde kapanma kararları eğitim ve ticaret sektörlerinin yerinde faaliyetlerini kesintiye uğrattı ve bu faaliyetlerin büyük kısmı modern aileye devredildi. Böylece, aile ortamı uzlaşmaz taleplerin, artan üretim, sömürü ve istismarın yaşandığı bir çatışma alanına dönüştü. Geleneksel kamu/özel, ev içi/profesyonel, ücretli/ücretsiz emek ikililerinin sınırları bulanıklaştı. Covid-19 kapsamında, işlerin uzaktan yapılıp yapılmayacağına ve zorunlu evde kalma politikalarına göre belirlenen yeni ayrım, kapanmadır.

Kapanma özellikle aşırı kalabalık haneler ve açık alana, teknolojiye ve güvenli gelire erişimi olmayanlar için çok sayıda zorluk ve kırılganlık yarattı. Devlet destek paketlerinin yetersiz olduğu ülkelerde, dezavantajlı grupların hayatta kalması ciddi bir mücadele haline geldi. Salgına yönelik politika tepkileri, mevcut eşitsizlikleri derinleştirirken yenilerini tetikledi ve intiharlar, yaygınlaşan şiddet vb. gibi sosyal patolojilerde patlamalar yarattı.

Orta sınıf profesyonel kadınlar, ana akım kamusal yaşama entegre olma ve cam tavanı kırma mücadelesinde yıllarca göreli başarı elde ettikten sonra, kendilerini bakım ve ev işinin birincil sağlayıcıları olarak bir kez daha eve kapanmış buldular – ki bu durum, kendilerinin bunun ötesine geçtiğini düşünenleri bile etkiledi. Bu kaba uyanışı birçok soruyu da beraberinde getirdi: geçtiğimiz on yıllarda kadın haklarında kaydedilen ilerlemeler sadece bir yanılsama mıydı? / ana akım ataerkil iş bölümü özünü koruyarak kendini yeniden mi üretti? / biz kadınlar başladığımız yere geri mi döndük?

Güvenlikleştirme

Başka bir düzeyde, tarih boyunca yaşanan diğer ekonomik krizler gibi, mevcut pandemi, ikiz kulelere yönelik 11 Eylül 2001 saldırılarından bu yana zaten yükselen bir eğilim olan milliyetçi emelleri ve güvenlikleştirmeyi pekiştirdi. Covid-19, milliyetçi söylemlere meyilli sosyo-ekonomik çıkarlara sınırları kapatmak ve kritik tıbbi malzemeler ve temel gıda ürünleri üzerinde ihracat kısıtlamaları uygulamak için elverişli bir zemin sağladı.

Otoriter hükümetler, muhafazakâr gündemlerini ilerletme fırsatını yakalamakta hızlı davrandılar ve  pandemiyi hak ve özgürlüklere baskı yapmak için araçsallaştırdılar; kadın hakları genelde hedeflerin ön saflarında yer aldı. Bu bağlamda, birçok hükümet katı kürtaj yasaları yürürlüğe soktu, protestoları yasakladı, aile odaklı ideolojileri destekledi ve evrensel insan hakları standartlarını yerel kültüre ve dine yabancı olarak karaladı. İstanbul Sözleşmesi etrafındaki tartışmalar ve Türkiye’nin nihai olarak anlaşmadan çekilmesi bu açıdan açıklayıcıdır. Polonya’nın benzer bir yol izlemesi olasıdır.

Uluslararası hukuk ve hükümetler arası kurumlara yönelik artan şüphecilik, çok taraflılığı (multilateralism) bir krize sürükledi. Yeni otoriterlik, mevcut pandemiye ilişkin sorunları, uluslararası bağımlılık ve dışardan empoze edilen normlara bağlıyor ve bu durumu güvenlikleştirme, milliyetçi çözümler ve sert sınırlar uygulayarak düzeltmeyi hedefliyor. İlginçtir ki, bu otoriter hükümetler koronavirüs pandemisinden kaynaklanan sağlık ve sosyo-ekonomik ihtiyaçlara etkin bir şekilde yanıt vermede çok az başarı gösterebilmişlerdir.

Covid-19’un hayatı tehdit eden riskleri, kapanma uygulamaları, ev içi sorumlulukların artması, baskıcı devlet politikalarıyla birleşince kadınlar tekrar özel alana hapsedildi ve kadın örgütlerinin toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve insan hakları ihlallerine karşı aktivizmleri kısıtlandı. İyi haber şu ki, dayanışma ağlarını yerelden küresele, birçok düzeyde genişletmek için interneti etkili bir şekilde kullanan kadın örgütleri dirençli olduklarını kanıtladılar.

Bakım krizi ve güvenlikleştirmenin kesişme noktaları

Covid-19 salgını, ana akım kamu/özel ikiliğinin kırılganlığını gözler önüne serdi ve bakım emeğinin ailelerin, toplumların ve ekonomilerin idamesinde temel bir bileşen olduğunu ortaya çıkardı. Tarihsel olarak, kadının ücretsiz emeği sayesinde,  geçimin sağlayıcısı son kertede haneler olmuştur.

Kadının ücretsiz ve ücretli bakım emeğinin piyasa, devlet ve ataerkil cinsiyet rejimi idamesindeki önemi onların neden rıza ya da zorla yerlerinde tutulmaları gerektiğini de açıklayan bir faktördür. Ancak, yıllarca süren kadın hakları mücadeleleri ve dünya çapındaki daha yakın tarihlerdeki feminist grev dalgalarının kanıtladığı gibi, kadınlar artık kapitalizmin dalga kıranı olmaya ve önceden belirlenmiş bakıcı rolüne boyun eğmeye istekli değiller.

Ayrıca, düşme eğiliminde olan doğurganlık seviyeleri ve hane halkının değişen demografik yapısı  kronik bir bakım işgücü açığına işaret ediyor. Yüksek doğum oranlarının teşviki, esnek çalışma düzenlemeleri, bakım sorumluluklarının çiftler tarafından paylaşılması veya akıllı robotların icadı gibi konulardaki politikalar, uygulanabilir ve sürdürülebilir bir çözüm vaat etmekte yetersiz kalıyor.

Popülist geri tepki (backlash) ve muhafazakâr cinsiyet politikaları, istikrarsızlaştırılmış geleneksel ataerkil düzeni yeniden tesis etmeye yönelik umutsuz çabalardır; bu düzenin sürdürülmesi artık daha fazla baskı ve şiddet gerektiriyor.

Bugün en belirgin meydan okumaya maruz kalan ataerki ve kapitalizm, “medeni” dünyayı bir yol ayrımıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Ana akım demokratikleştirilmedikçe ve bakım krizi kesin olarak çözülmedikçe, hak/hukuku, uluslararası iş birliğini ve çok taraflı diplomasiyi zora sokan  otoriter popülist şahlanış kaçınılmaz görünüyor.

Son sözler

Bakım artık özel bir mesele ve özselleştirilmiş kadın cinsine mahsus bir sorumluluk olarak algılanamaz. Devlet, ekonomi ve uluslararası sistemin örgütsel ilkesi olarak ana akım geçim modelinden bakıma dayalı bir modele geçmek için acil bir paradigma değişimine ihtiyaç var. Bunun için, bakımı bir meta olarak değil, insanlara ve gezegene yönelik özensizliği etkili bir şekilde ortadan kaldırabilecek etik bir değer olarak ele almak gerekir.

Salgının ardından güç ve çıkar ilişkilerinin nasıl ve hangi yönde gelişeceğini göreceğiz. Bazı gözlemciler neoliberalizmin sonunu ilan etseler de küçük tavizlerle varlığını sürdürebilir ve yeni normalde her şey önceki haline geri dönerek bakım yine kenara atılabilir. Diğer taraftan, güvenlikleştirme yaklaşımı, her ne kadar Covid-19’un etkili bir biçimde yönetiminde yetersiz olduğu kanıtlanmış olsa da, küresel siyasete hükmetmeye devam edebilir ve dünyayı Soğuk Savaş dönemini anımsatan koşullara doğru sürükleyebilir.

Ancak, pandemi ile ortaya çıkan çoklu krizler göz önüne alındığında, daha olumlu bir seçenek, insanların ve doğanın sömürülmesi yerine kolektif refahı öne çıkaran olumlu politikalara doğru bir tercih olabilir. Bakıma öncelik veren ve yatırım yapan sosyal politikalarla ana akımı yeniden tasavvur etme çağrısı bugün her zamankinden daha ulaşılabilir gibi görülmektedir. Yalnızca bu, üretim ve yeniden üretimin adil bir yeniden örgütlenmesini sağlamamıza ve bugün yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde karşı karşıya olduğumuz yapısal ve sistemsel eşitsizliklerin üstesinden gelmemize olanak sağlayacaktır.

Çeviren: Begüm Zorlu

[1] Çevirmen notu: Yazar ağırlıkla erkekleri etkileyen krizleri İngilizce “mancessions” olarak tanımlıyor.

İngiltere’den Osmanlı’ya Uzanan Bir Kadın Hikayesi

Akademisyen Gareth Winrow ile Robenson ailesinin izini sürdüğü kitabında öne çıkan karakterlerden, hayatının önemli bir kısmını Osmanlı İmparatorluğunda geçiren Hannah (Fatma) Rodda hakkında konuştuk.

Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu

Gareth Winrow’un “Whispers Across Continents: In Search of the Robinsons (Kıtalar Boyunca Fısıldaşlaşmalar: Robensonları Armak) kitabı 19. Yüzyılın sonundan, 20. Yüzyılın ortasına odaklanarak, Robenson ailesinin göç ve macera ile şekillenen hikayesini anlatıyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçiş sürecini de içeren ve geçen sene yayınlanan kitap, Robensonların İngiltere’den başlayıp Hindistan ve Osmanlı İstanbul’undan geçen ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu süreciyle sonuçlanan serüvenlerine bakıyor. Kitap, bu kişisel hikayeleri anlatırken, mevcut ulusal anlatıların ve söz konusu imparatorlukların tarihinin ezberlerini aşarak, kişisel ve kamusal arşiv kaynakları vasıtasıyla, uluslararası bir aile hikayesini okuyucuyla buluşturuyor.

Kitabın geçen sene yayınlanmasının ardından hakkında, Londra’daki Levanten Mirası Vakfı (Levantine Heritage Foundation) ve BATAS (British Association for Turkish Area Studies – Britanya Türkiye Bölge Etüdleri Derneği) gibi toplulukların ev sahipliğinde, konuşmalar ve toplantılar gerçekleştirildi ve kitap ilgili eleştirmenlerin ve araştırmacıların gözünden kaçmadı. Mülakatı gerçekleştiren olarak, kitap ve hikayeler hakkında bilgi sahibi olsam bile, bir bütün olarak kitabın sunumunu ve kitabın ana karakterlerinden Hannah’nın hikayesini ilk kez geçen sene Winrow’un Cambridge’deki bir sunumunda dinlenmiştim. Hannah’nın hikayesini tarihsel akışında sunulduğunda hem şaşıran hem de mücadelesi karşısında etkilenen tek kişi ben değildim. Dinleyiciler Hannah’ya hayranlık beslemişti ve onun hikayesinin her yerde anlatılması gerektiğini söyleyenler olmuştu. Kitap yayınlandığınadan beri de aile üyelerinin hikayelerinin medyaya yansımalarında, özellikle Galatasaray’ın kurucularından Ahmet Robenson öne çıktı. Gareth Winrow ile bu mülakat, tam da bu yüzden merceğini Ahmet Robenson’un annesi Hannah’ya çevirmeyi ve onun sıradışı hikayesini öğrenmeyi amaçlıyor.

Mülakata araştırmaya nasıl başladığınızı sorarak ve Hannah’nın ilk yıllarından başlamak isterim. Bu projeye başlamaya nasıl karar verdiniz ve araştırmaya nereden başladınız ?

Hannah’nın hayatı ile tanışmam yakın arkadaşım Ahmet’in Hannah’nın büyük büyük torunu olduğunu öğrenmem ile başladı.  Hannah ve ünlü sporcu oğlu Ahmet Robenson ile ilgili hikayeler duyardım ve bu anlatılarla birlikte ilgilenmeye ve konuyla ilgili daha derin araştırma yapmaya başladım. İlk adımım aile üyeleri ile iletişime geçmek oldu, hatırladıklarını, mektupları ve ellerindeki fotoğrafları soruşturdum. Yakın aile üyelerinden birkaç fotoğraf alarak, sahip oldukları bilgiler ile ilerledim. Uzak aile fertlerinin mektuplarına da erişim sağladım. Daha sonra Ulusal Arşivdeki verilere de ulaşınca hikaye daha da büyüdü, oradaki mektuplara da eriştim. Hannah’nın nerede doğup büyüdüğünü, nerede yaşadığını, kimler için çalıştığını ve evlendiğini Birleşik Krallık nüfus kayıtlarından buldum. Onlar bana en temel bilgiyi sağladı. Bu temel bilgi de aile fertlerinin bilmediği bir çok hikayeyi açığa çıkardı. Mesela, Hannah’nın bir tıp doktorundan ‘gayrimeşru’ bir çocuğu olduğunu bu kayıtlar sayesinde öğrendim. Aile bir doktor ile nişanlandığı dedikodusu olduğunu biliyordu, fakat arşivlere bakmak olayın gerçek yüzünü, ve Almanya’da ünlü bir motorsiklet yarışçısı olan kızın (Gertrude Eisenmann) varlığını açığa çıkardı. Ailedeki kimse Gertrude’un varlığından haberdar değildi

Peki, Hannah nerede doğuyor, büyüyor, ilk kıtalar arası yolculuğu olan İngiltere’den Hindistan’a gidişine ne vesile oluyor?

Hannah Rodda 1850’lerde Londra’nın Stepney mahallesinde doğuyor. Babası, 1854’te  Hannah doğduktan iki yıl sonra tüberküloz yüzünden hayatını kaybediyor. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak Londra’nın Doğu Yakası’nın kenar mahallelerinde büyüyor. O dönemde Doğu Londra’da korkunç çalışma koşulları ve yoksulluğun hakim olduğunu belirtmekte fayda var. Hannah, Doğu Londra’daki bir çalışma evinde [1] geçirdiği sürelerden sonra, Windsor’un eski Belediye Başkanı ve Kraliçe Victoria’nın kişisel doktorlarından biri olan Dr. Geoffrey Pearl ‘ün evinde hizmetçi olarak çalışmaya başlıyor.  1875’te Dr. Pearl’den gayri meşru bir çocuğu (Gertrude) oluyor.

Hannah’nın hayatı Spencer Robenson ile 1880 yılında evlenmesi ile birlikte tamamen değişiyor ve onunla birlikte Hindistan’a taşınıyor. Spencer Hindistan’da çay ekimi işine giriyor ve daha sonra Darjeeling-Himalaya tren yolunda müdürlük yapıyor. Bu evlilik o dönemin İngiltere’sinde, yoksul bir çevreden geldiği için Hannah’nın sosyal statüde yükselmesine neden oluyor.

Bu dönemde bir kadının Hannah kadar göç etmesi normal mi ? 

O dönemde farklı ülkelere giden kadınlar genelde daha yüksek toplumsal sınıflara mensup oluyor. Ağırlıklı olarak aristokrat ya da orta sınıfa mensup kadınlar, öğretmenler ve misyonerler göç ediyor. Onun geçmişinden gelen biri için o dönemde son derece sıradışı.

Kitaptan takip ettiğim üzere Spencer Hindistan’a taşındıklarından 8-9 yıl sonra hayatını kaybediyor ve Hannah çocuklar ile birlikte İngiltere’ye dönüyor. Hannah döndüğünde ne yapıyor, nasıl ayakta kalıyor ?

Spencer 1889 yılında Hindistan’da hayatını kaybetti ve Hannah beş çocuğuyla birlikte İngiltere’ye döndü. Nüfus kayıtlarına göre son oğulları Bengal’de Spencer öldükten sonra doğdu. Hannah, 1890 yılında İngiltere’ye geldiğinde, büyük ihtimalle Spencer’dan kalan miras ile Brighton’da merkezi bir yerde bir Boarding House (misafirhane) açtı. Misafirhane işletmek o zaman kadınların yapabileceği kısıtlı olan iş imkanlarından biriydi. Kayıtlardan misafirhaneye gelenler arasında lord ve leydilerin olduğu görülüyor. Bu da misafirhanenin iyi kazanç yaptığını gösteriyor. Hannah’nın misafirhanesinin başarılı olduğunu, artık buraya yerleşeceğini, sakin bir hayat yaşayacağını ve bir daha taşınmayacağını zannedebilirsiniz, ama tam tersi oluyor.

Sanırım bu noktada İstanbul’a gidiş hikayesi başlıyor.

Evet. Hannah’nın ikinci kocası ile tanışması ile birlikte hayatı tamamen değişiyor. Kendine Gholab Şah diyen ve kendini Afghan savaş ağası olarak tanıtan bir adam hayatına giriyor. Kendisinin prestijli bir aileden geldiğini söylüyor. Mektuplarına baktığımızda Hannah’nın onunla 1891 dolaylarında tanıştığını görüyoruz. Ekim 1891’a geldiğimizde gerçekleşecek evlilikleri ulusal basına yansıyor. Tam olarak nasıl tanıştılar, bilmiyorum. Mektuplarında tanıştıkları koşullar hakkında bir şey söylenmiyor. Hannah evlilikten önce Müslüman oluyor, ismini Fatma yapıyor, ve tüm ailesinin Müslümanlığa geçtiğini belirtiliyor Abdullah Quilliam’ın Liverpool Müslüman Enstitüsü tarafından yayınlanan Crescent (Hilal) gazetesinde Hannah’nın Liverpool’u ziyaret ettiği, Quilliam’ın eşi ile tanıştığı ve Müslümanlığa geçmeye karar verdiği yazıyor. Fakat, Gholab Şah’ın evlilik için Hannah’ye Müslüman olması gerektiğini söylediğini de tahmin edebiliriz.

1891 yılının Kasım ayında evleniyorlar. Bu evlilik ulusal gazetelere de yansıyor ve hatta zaman zaman eleştiriliyor. Bu yayınlar Hannah’nın İstanbul’a taşındığını belirtiyor.

Neden İstanbul’a taşınıyorlar? Bunun hakkında bir bilgimiz var mı?

Spesifik olarak yok. Ulusal Arşivler’deki Hannah’nın 1892 yılındaki yazışmalarına baktığımızda evliliğin hemen bozulduğunu ve sonrasında yardım çağrısı yaptığını görüyoruz. Evlilik İstanbul’a vardıklarından kısa bir süre sonra felakete dönüşüyor. Hannah, Gholab Şah’ın kendisine çok zengin ve ünlü olduğunu, Kraliçe’yi, kraliyet ailesine mensup kişileri  üyeler tanıdığını ve evliliğin Afganistan ve Britanya için faydalı olacağını söylediğini yazıyor. Hatırlamak gerekir ki bu dönemde Rusya’ya karşı Afganistan’ın stratejik önemi var. Hannah mektuplarında evliliğinin Britanya hükümetinin amaçlarına hizmet edeceğini umduğunu belirtiyor ama Gholab Şah’ın bir yalancı olduğu ve aslında Hindistan’dan bir göz doktoru olduğu ortaya çıkıyor. İngiltere Dışişleri Bakanlığı Gholab Şah’ın kadınlarla parası için evlendiğinin bilindiğini belirtip, onu “şarlatan” olarak tanımlıyor. Bir kadın ile Hristiyan bir seremonide evlendiği, bir diğerini ise delirttiği üzerine İngiliz devletinde bilgi yer alıyor. Britanya hükümeti de Hannah’ya bu yüzden sempati besliyor.

Boşandıktan sonra İstanbul’daki hayatı nasıl devam ediyor ?

Hannah çocukları ile birlikte bir otelde kalmaya başlıyor. Kocasının tüm parasını harcadığını, parasız kaldığını, ona ve çocuklara şiddet uygulamak ile tehdit ettiğini söylüyor. Mektuplarını sadece İngiliz hükümetine değil aynı zamanda Sadrazama da yolluyor. Böylece Haziran 1892’de Osmanlı yetkilileri ve padişah da Hannah’nın boşanma sürecine dahil oluyor. Hannah’ya finansal destek sağlıyorlar ve boşanması için bir dava gerçekleşiyor. Boşanabilmesini sağlayan faktörlerden biri Gholab Şah’ın önceden evlenmesi oluyor. Britanyalı otoriteler bunun yüzünden hala Britanya tebaası olduğunu belirtiyorlar. O zaman Osmanlı tebası olmasa da Sultan da İslam’a geçtiği ve Quilliam ile bağlantıları olduğu için Hannah’ya destek oluyor. Hannah da Osmanlı otoritelerine gönderdiği mektuplarında, padişah tarafından önemli bir figür olarak tanınmaya başlanan Quilliam’ı tanıdığını belirtiyor. Abdullah Quilliam bu dönemde Osmanlı’da tanınmaya başlıyor ve birkaç yıl sonra İngiltere’nin şeyhülislamı oluyor. Hannah bu bağlantıyı kullanarak da destek alıyor.

Abdullah Quilliam

Osmanlı yetkilileri, Hannah’nın kızları Adile’yi (Maud) Mustafa Zeki Paşa’nın kızları ile birlikte yaşamak üzere onların evine yolluyor. Mustafa Zeki Paşa o dönemde padişahın yakınında bir isim, Tophane’den ve askeri okullardan sorumlu  üst düzey bir yetkili. Hannah’nın büyük oğullarına Kuleli Askeri okulunda ücretsiz eğitim veriliyor.

Hannah, Osmanlı-Yunan savaşında önde gelen askerlerden Ahmet Bahri ile evleniyor ve  1895 yılında bir erkek çocuğu daha oluyor. Buna dair elimde bir kanıt yok ama aile hikayesine göre padişah bu evliliği teşvik ediyor. Quilliam İstanbul’a geldiğinde Hannah, Bahri ve çocuklar karşılama komitesinde yer alıyor. Quilliam ve ailesi ile Pera Palas otelinde buluşuyorlar. Quilliam İstanbul’dan İzmir’e seyahat ettiklerinde Hannah da kocasıyla birlikte onlara eşlik ediyor. Ayrıca Hannah’nın kayınpederi kaptan Mustafa Efendi Quilliam’a ayrılırken üzerinde Kuran’dan alıntıların olduğu bir hediye veriyor. Tüm bunlardan anlayabileceğimiz gibi Hannah Sultan ile yakın bağı olan bir aileye katılıyor ve böylece Osmanlı toplumu içinde var olabiliyor.

Ayrıca 1900’lerin başında Hannah’a Akaretler’de verilen ve kira ödemeden yaşadığı evden de bahsetmek istiyorum.  Elimdeki bilgilere göre, prestijli bir adreste kira ödemeden oturuyorlar. Daha sonra 1907’de Maliye Bakanı’nın Hannah’dan o dönemde oldukça büyük bir miktar olan bu kirayı (yaklaşık 90,000 kuruş) istediği söyleniyor. Bunun üzerine Hannah bir dilekçe yazarak bu evin kendisine ücretsiz olarak verildiğini, bununla ilgili bütün ayarlamaların yapıldığını söylüyor. Ve sonra Maliye Bakanı Hannah’a haklı olduğunu söyleyen ve kişisel olarak kendisinden özür dileyen bir mektup yazmak zorunda kalıyor. Dolayısıyla Sultan Abdülhamit zamanında, 1909’dan önce,  aile büyük saygı görüyor ve Hannah çok iyi koşullarda yaşıyor.

Hannah’nın Türkiye’de Galatasaray ile tanınan oğullarına dönersek, onlar askeri liseden sonra nasıl bir yol izliyor ?

Hannah’nın oğulları, Ahmet Robenson ve Abdurrahman Robenson, savaşa katılmadan önce ünlü sporcu oluyorlar.  Hem Ahmet Robenson hem de Abdurrahman Robenson Galatasaray futbol takımında oynuyor. İstanbul Pazar Ligi olarak bilinen ligdeki ilk Türk takımı kalecisi Ahmet Robenson oluyor.

Ahmet Robenson tam olarak hangi dönemde Galatasaray’da kalecilik yapıyor ?

Galatasaray (futbol takımı) 1908-09 sezonu. Ahmet Robenson (Beyaz Tişörtlü)
Galatasaray (futbol takımı) 1908-09 sezonu. Ahmet Robenson ortada (beyaz tişörtlü)

1905’lerde başlıyor. O zaman bu lig ağırlıklı olarak sürgüne gelmiş yabancılardan ve Levantenlerden oluşuyordu. Ahmet Robenson, en iyisi olmasa bile, ülkenin en iyi kalecilerinden biri haline geldi. Ahmet Robenson kaleci olduktan birkaç yıl sonra Galatasaray birkaç kez şampiyon oldu. Abdurrahman Robenson da zaman zaman Galatasaray futbol takımında oynadı. Ayrıca iki kardeş, 1911-1912’de Türkiye’ye izciliği getirdi. Ahmet Robenson ayrıca basketbolu da Osmanlı İmparatorluğu’na ilk getiren kişi.

Yani bir bakıma Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşasalar da uluslararası bağlarını korumuş, ve Dünyada neler olup bittiğinin farkındalar.

Kesinlikle. Anneleri asker olmalarını istemediği için, 1890’ların sonunda her üç kardeş de, yani Ahmet, Abdurrahman ve Yakup, Kuleli Askeri Lisesi’nden Galatasaray Lisesi’ne transfer oluyorlar. Üç kardeşin 1890’ların sonunda Galatasaray Lisesi’ne futbolu getirdiği anlatılıyor. Bu yıllar, aynı zamanda, futbolun popüler olmaya başladığı yıllar. Topa vuruş biçimleri ilgi çekiyor. Dolayısıyla evet, sahip oldukları deneyimden dolayı uluslararasından etkilenen bir yönleri var. Sanıyorum anneleri de Gertrude ile bir şekilde ilişkisini sürdürüyor. Ayrıca Robenson kardeşler de Fransızca, İngilizce, Osmanlıca biliyor. Osmanlı İmparatorluğu ile onun dışındaki dünya arasında bağ kuran bir tür arabulucu olduklarını söylemek de mümkün.

1905’ten Birinci Dünya Savaşı’na geçerken, hayatlarının nasıl olduğuna ve savaştan sonra nasıl değiştiğine dair neler biliyoruz?

Sanırım, Sultan Abdülhamit’in görevden alınmasıyla birlikte Akaretler’deki kira ödemeden yaşadıkları evi de kaybetmiş olabilirler. 1917’de artık kesinlikle İstanbul’un başka bir yerinde yaşadıklarına dair hikayeler duydum. Birinci Dünya Savaşı yüzünden bütün spor aktiviteleri ve izcilik duruyor ve sonra Hannah’ın oğulları savaşa katılıyor. Ahmet Robenson, Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya Cephesine gidiyor ve hayatta kalmayı başarıyor. Savaştan hemen sonra Güney Batı Kafkasya hükümetinin resmi tercümanı oldu.

Abdurrahman Robenson ise 1915’de Rusya Cephesi’nde tifo nedeniyle hayatını kaybetti. Kendisinin ölmeden önce kardeşlerinden birine mektup yazarak ölmesi durumunda hem kendisinin hem de savaşta hayatını kaybeden diğer Galatasaray üyelerinin savaştan sonra anılmasını sağlamasını istediğini anlatan hikayeler var. Kendisinin bu dileği gerçekleşti ve her 25 Haziran’da Galatasary Spor Kulübü savaşta hayatını kaybeden üyelerini andı.

Yakup Robenson’un hikayesi ise çok net değil. Asıl olarak onun hakkında anlatılan iki hikaye var. Birincisinde, 1916’da Sina Çölü’nde İngilizlere karşı savaşırken bir kahraman olarak öldüğü söyleniyor. Diğer hikaye ise onu vatan haini olmakla suçluyor ve bu hikayeye göre Yakup askeri sırları ifşa ettiği için idam ediliyor. Bu hikaye Osmanlı arşivlerinde bulunuyor. Hangisinin doğru olduğundan çok emin değilim çünkü aynı Osmanlı arşivleri, aynı zamanda, Yakup’un Quilliam’ın oğlu olduğunu da söylüyor. Yakup, Abdullah Gavalyan’ın oğlu olarak yer alıyor ve insanlar bu kişinin Quilliam olduğunu söylüyor. Ancak bu, yani Quilliam’ın Hannah ile bir şekilde ilişkisinin olduğu,ve Quilliam ın Hannah nın çocuklarının babası olduğu kesinlikle doğru değil. Hannah’ın çocuklarıyla tanıştığı ve Quilliam’ın baba olduğu kesinlikle doğru değil. Çocukların 1880’lerde Hindistan’da doğmuş olduğunu gösteren kayıtlar var kayıtlarda var ve Quilliam Hindistan’a hiç gitmedi. Dolayısıyla Osmanlı arşivlerinin doğruluğu hakkında önemli şüpheler var.  Quilliam kesinlikle Hannah’nın çocuklarının babası değildi ve kesinlikle Yakup’un babası değildi. Yakup’un vatan haini olup olmadığı meselesi ise; bir açıklamaya göre Yakup bir vatan hainiydi ve bir başka hikayeye göre ise çölde İngilizlere karşı savaşırken öldü ve şehit oldu.

Hannah savaşta iki çocuğunu kaybetti, değil mi ?

Hannah savaşta iki oğlunu (Abdurrahman ve Yakup) kaybetti. Almanya’da hala hayatta olan bir kızı Gertrude ve bir de iki kez evlenmiş olan Maud (Adile) isimli başka bir kızı daha vardı. Ayrıca Ahmet Robenson ve Ahmet Bahri’den olan oğlu Fevzi vardı.

Maud (Adile) Robinson

Hannah savaştan sonra ne yaptı ?

Savaştan sonra Hannah hakkında giderek daha az şey biliyoruz. Kocası 1920’de ölüyor. Elimde 1920 ve 1940 yıllarında, Hannah ve ayrıca oğlu Ahmet Robenson tarafından yazılmış mektuplar var.  Ahmet Robenson annesi ile birlikte yaşıyor, annesine destek oluyor. 1920’lerde İstanbul’da yaşıyorlar. Ahmet Robenson kendisini annesine adıyor ve ayrıca o dönemde bir dönem Kars, Güney Batı Kafkasya hükümetinde bakan olarak görev yapmış Nina ile evleniyor.

Nina, Polonya-Litvanya sınırında bulunan ve sürekli Rusya ile Polonya arasında el değiştiren Grodno’da doğmuş.  Akıcı bir şekilde Lehçe konuşuyor ve kısa bir süre Güney Batı Kafkasya hükümetinde Posta ve Telgraf Bakanı olarak görev yapıyor. Ayrıca İngiliz istihbarat sevisinin gizli belgelerinde Ahmet Robenson’un Osmanlı otoriteleri için çalışan bir casus olduğundan şüphelenildiğine dair belgeler buldum. Bu belgeler ayrıca kendisinin bir süfrajet olan Nina ile yakınlığından da bahsediyordu. Dolayısıyla Ahmet Robenson arabulucu olarak çalışırken belli ki aralarında bir ilişki vardı. Ahmet Robenson’un İngiliz hükümet görevlileri ile görüştüğüne ve Güney Batı Kafkasya hükümetinin üyeleri tutuklanmadan ve Malta’ya sürülmeden hemen önce onlarla konuştuğunu anlatan belgeler var. Tahminime göre bu görüşmeler sayesinde Ahmet Robenson, baskın sırasında binada olmayan karısını kurtarmayı başarıyor.

Ahmet Robenson karısı ve annesiyle birlikte yaşıyordu. Sonra, 1920’lerin sonunda Ahmet İzmir’e taşınıyor ve orada Amerikalı, YMCA’nın (Genç Hristiyan Erkekler Birliği)önde gelen temsilcilerinden biri olan Asa Jennings ile birlikte çalışıyor. Ve o zaman Amerikalılar Ankara ve İzmir’de sosyal eğitim, spor ve kültür tesisleri kurmaya çalışıyorlar. Ahmet Robenson da burada yine çevirmen ve arabulucu olarak çalışıyor. Ayrıca bu tesisleri kurmak için çalışan çeşitli komitelerde yer alıyor. Amerikalılar İzmir’de bir sosyal dayanışma konseyi kurmaya çalışırken İzmir’e taşınıyorlar. Bu, 1920’lerin sonunda oluyor. İzmir’de spor tesisleri kuruyorlar. Türkiye’nin ilk çocuk parkı Ahmet Robenson ve Amerikalıların desteği ile İzmir’de kuruluyor. Ahmet Robenson o tarihlerde annesi ile birlikte İzmir’de yaşıyor ve sonra 1929’da aniden karısıyla birlikte Amerika’ya gidiyor.

Hannah, Ahmet gidince ne yapıyor ?

Bu çok net değil. Hannah ölünceye kadar  İzmir’de yaşıyor. 1948’de Sultantepe’ye gömülüyor. Küçük yazışmalardan anlaşıldığı kadarıyla Bahri’den olan oğlu Fevzi zaman zaman yanında. Aileye göre Ahmet’in küçük kayınbiraderi Pierre Yankovsky Hannah’a bir süre yardımcı oluyor. 1929 ve 1930’da Ahmet Robenson ve daha sonra Nina Amerika’ya gitmek üzere ayrılırken bazı ayarlamalar yapılmış olmalı. Son 18 yılında Hannah Buca’da yaşıyor, Abdülhamit’in düşmesinden sonra pek göz önünde bulunmuyor.

Son soru olarak sizce Hannah’nın mirası hem toplumsal cinsiyet mücadelesi hem de Türkiye için nedir ?

Hannah

Bence Hannah’yı sınıflandırmak çok zor. İnsanların onu Müslüman olan ilk İngiliz kadın olarak sınıflandırmak istediklerini görebiliyorum. Bence Hannah kendi başına çok dikkate değer bir kişi. Bence o sınıf ve dini aşmış bir kişi. Her şeyden önce hayatta kalmayı başarmış, içinde bulunduğu koşulları değiştirmeyi başarmış bir kişi. Bunu Hindistan’daki yazışmalarında görebiliyorum mesela. Kocası iflas ediyor ve beş ay Kalküta’da hapiste kalıyor. Yazışmalarında kocası hapisteyken çay tarlalarını nasıl kendi başına idare ettiğini anlatıyor. Ve bu hizmetçi olarak çalışmasından sadece birkaç yıl sonra gerçekleşiyor.  Çok eğitimli birisi olmasa da mektupları çok akıcı olduğunu görebiliyorum.

Hannah koşullara uyum sağlayabilen, her işin altından kalkabilen, farklı koşullarda hayatta kalmayı ve gelişmeyi başarabilmiş bir kadın.  Bazen biraz naif ama, yine, 1892’nin ilk aylarında İstanbul’da bir otel odasında sıkışıp kaldığında hiç Türkçe bilmiyor olmasına rağmen, bir şekilde, sadrazamın karısı ile, çeşitli başka yüksek rütbeli görevliler ile tanışmayı başarmış. Ve açık ki bu ilişkiler onun çok işine yaramış. Dediğim gibi kendisi din ve sınıf kavramlarını aşmış birisi. Müslüman olsa da hala akrabalarına Noel kartları gönderiyor. Oğullarının iyi İngilizce öğrenmesini sağlıyor. Hannah’nın İngiltere’deki ailesiyle ilişkisini ne düzeyde sürdürdüğünün izini süremedim. Ailesi çok fakir. Hannah İstanbul’dayken bile ailesi 1890’larda hala Londra’da bir düşkünler evinde yaşıyor. Ayrıca Almanya’daki kızı Gertrude ile ilişkisini ne düzeyde sürdürdüğü de net değil. Gertrude’un, “paranın tamamının harcanmasından” dolayı olan annesinden şikayet eden mektuplarını okudum. Bundan da aile içinde de bazı anlaşmazlıkların olduğunu görebiliyoruz.

Özetlersem, Hannah’nın mirası; çok zor şartlara ayak uydurmayı, bu şartlarda hayatta kalmayı başarmış, her işin altından kalkabilen güçlü bir kadın olması. Onu sevebilirsiniz ya da sevmeyebilirsiniz, ancak kendisi ve ailesi için başardıklarından dolayı ona hayran kalmamak mümkün değil.

Notlar

[1] Çalışma evi, kendilerini destekleyemeyenlerin konaklama ve istihdam teklif edildiği bir yerdi.

Arife Köse ve Nazan Winrow’a destekleri için teşekkürler.

Ayşe Betül Çelik ile BMGK 1325’in 20. Yılı Üzerine

Uyuşmazlık çözümü, toplumsal cinsiyet, ve sivil toplum ve barış inşası alanlarında çalışan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik ile Güvenlik Konseyi 1325 sayılı kararın 20. yıl dönümünde, Kadın, Barış, Güvenlik gündeminde öne çıkan gelişmeleri konuştuk.

Begüm Zorlu

Sabanci Universitesi siyaset bilimi ogretim uyesi Doc. Dr. Ayse Betul Celik. 19 Haziran 2015 / Mahmut Burak Burkuk

Geçtiğimiz hafta Güvenlik Konseyi 1325 numaralı kararın 20. yılı kutlandı, sizce bu 20 yılda uygulanması konusunda öne çıkan gelişmeler neler ve “daha fazla 1325′e” nasıl ulaşabiliriz?

Bilindiği üzere 1325, Kadın, Barış, Güvenlik alanındaki ilk Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıydı. 2000 yılında geçen bu karardan sonra 1820 (2008), 1888 (2008), 1889 (2009), 1960 (2010), 2106 (2013), 2122 (2013), 2242 (2015), 2467 (2019), ve 2493 (2019) olmak üzere birçok karar daha geçti. Ve bugün kadın grupları şu noktaya geldi: daha fazla karara ihtiyacımız yok, daha fazla taahhüde, ülkelerin uygulamada buna daha çok katkı göstermesine ihtiyacımız var. Bu taahhüt de ancak hükümetlerin siyasi iradesi ile olabilir.

BMGK 1325’in dört ayağı var: kadınların barış ve güvenlik konularına katılımı, kadınlar ve kız çocukları başta olmak üzere sivillerin koruması, şiddet ve çatışmanın önlenmesi ve özellikle çatışma sonrası iyileşme ve barış inşasına cinsiyetlendirilmiş bir bakış açısının getirilmesi. Dünyadaki 1325 uygulamaları ve sonuçlarına baktığımızda bazı alanlarda bazı alanlarda bir gelişme bazı alanlarda da hala birçok eksiklikler görüyoruz. Bildiğimiz üzere kadın, barış ve güvenlik konularında en önemli sorun kadınların barış süreçlerindeki katılım ayağının eksik olması. Bununla ilgili birçok istatistik var. 2011 yılına kadar bütün arabulucuların sadece yüzde ikisi kadın, yüzde dördü imzacı ya da tanık, yüzde dokuzu da müzakereciydi[1]. Bu sayılar çok çok az. Son birkaç yıldır kadınların çalışmaları bu alanda yoğunlaştı. Bunun için de bölgesel kadın arabulucular ağları kuruldu. Şu ana kadar beş tane var;  Women Mediators across the Commonweath, Nordic Women MediatorsMediterranean Women Mediators NetworkFemWise-Africa, ve Arab Women Mediators[2].

Kadın grupları bu alandaki ortaklığı ve dayanışmayı geliştirmek için Eylül 2019’da Global Alliance of Regional Women Mediator Networks’i kurdular. Global Alliance kuruluşunu ilan etmek için Birleşmiş Milletler‘de bir toplantı gerçekleşti ve bu yolla önemli bir adım atıldı. Çünkü kadın müzakereci ve arabulucuların sayılarının az olması karşısında devletlerin ve uluslararası kurumların iddiası bu alanda yeterince kalifiye kadının olmadığıydı. Global Alliance’ın kuruluş toplantısında bu birlik üyeleri BM Genel Sekreter’ine uzun bir kadın arabulucular listesi verdi ve biz varız dedi. Kadınların barış süreçlerinde özellikle müzakereci, arabulucu ve imzacı olarak temsillerinin arttırılması hala üzerinde çalışılması gereken önemli bir alan.

Bu konuda çalışan kadın sivil toplum ağlarının çalışmalarının gösterdiği bir diğer önemli konu ise koruma meselesi. Biz bunu genelde savaştan etkilenen kadınların korunması olarak ele alıyorduk. Mevcut tartışmalarda kadın barış inşacılarının da korunması önemli bir alan olarak öne çıktı. Birçok çatışmalı bölgede kadınlar hayatlarını riske atarak, insan hakları ve cinsiyet eşitliği gibi değerleri savunuyorlar. Bu savunucuların korunması o alandaki aktivitelerin sürmesi için çok önemli. Bu alan da genelde eksik kalanlardan biri oldu yirmi yıl içerisinde.

Tabi ki, en önemli alanlardan biri de devletlerin taahhüdü. 1325 kararları ancak Ulusal Eylem Planları ile hayata geçirilebiliyor. Bu konuda bazı devletler hala yeterince adım atmadı. Bu soruna iki yönüyle bakabiliriz. Birincisi hala Ulusal Eylem Planı olmayan ülkeler. UN Women Ekim ayı verilerine göre, Ulusal Eylem Planları olan ülke sayısı 88[3]. Bu sayı 193 BM üye sayısına göre hala çok az. Bazı ülkeler ikinci, üçüncü eylem planlarını yazarken büyük bir çoğunluğun eylem planı yok. Bu da 1325’in bir BM Güvenlik Konseyi kararı olmasını rağmen uygulama olmadığı sürece hiçbir anlamı kalmadığını gösteriyor.

İkinci ise, Ulusal Eylem Planı olan ülkelerde de hem içerik hem de taahhüt açısından sorunlar olması. 1325’in uygulanması için Ulusal Eylem Planlarına bütçe ayırılması gerekiyor. Oysa birçok ülkede ayrılan kaynak çok az, hatta sıfır bütçeli olan planlara bile rastlıyoruz. Bir başka sorun da bazı ülkelerde, bu eylem planları yazılırken önemli bir kaynak olan sivil toplumun sürece dahil edilmemesi ve eylem planlarının sorun analizi yapılmadan yazılması. Buna ek olarak, istatistiklere yoğunlaşırken, çatışmanın cinsiyetleştirilmiş sonuçları, barışın cinsiyetleştirilmiş süreçleri analizi eksik kalabiliyor. İçerik yüzeysel kalabiliyor. 1325’in temel amacının kadınların barış ve barış sonrası süreçlere katılımın arttırılması olarak düşündüğümüzde yüksek etkili eylem planlarının ancak iyi analizler sonucu ortaya çıkabileceği bariz. Hangi alanlarda ne kadar kadın var? Çatışma ve barış konularındaki süreçlerin ne kadarına toplumsal cinsiyet perspektifinden yaklaşılmış? Bunları iyi analiz edilmeden ya da bu konulara gerçek anlamda maddi ve teknik kaynak ayırmadan yazılan eylem planları sadece uluslararası topluma “biz bunu yaptık” demek için göstermelik planlar olarak kalıyor.

Başarılı bir eylem planını nasıl tanımlayabiliriz, hangi örneklere bakabiliriz? Türkiye’nin hala bir eylem planı yok. Türkiye’de bu sürecin başlatılması için neler yapılabilir?

Eylem planları geniş hedefleri içerir ama devletler genelde bir iki tanesini seçip başlayabiliyorlar. Genel trendlerden bahsedersek, bölgesel birliklerin yanında bölgesel eylem planları yazılmaya başlıyor. Buna örnek olarak, Pasifik Bölgesi’nin 2012-2015 yılları için yazdığı,[4] Batı Afrika ülkelerinin (ECOWAS) yazdığı[5] ve Afrikanın Büyük Göller (Great Lakes) bölgesinin yazdığı[6]bölgesel eylem planlarını gösterebiliriz..

Biz 2016’da toplumsal cinsiyet üzerine çalışan sivil toplum kuruluşlarına Türkiye’de BMGK 1325 eylem planı yazmak ile ilgili eğitim verdiğimizde özellikle çatışma yaşayan ülkelerde Ulusal Eylem Planı nasıl yapılır sorusuna odaklandık. Planın yazılması için özellikle ilgili konularda devletin önemli kademelerinin bunun içinde olması gerekiyor, Dışişleri ve İçişleri Bakanlıkları gibi. Mesela güvenlik sektörü hakkında bir reform gerçekleşecek ise ordu ve polis gibi önemli devlet birimleri ile çalışılması gerekiyor. Çatışma yaşayan ülkelerde bunu gerçekleştirmek için önemli bir zihin değişikliği gerekiyor. Öncelikle çatışmaları engellemek ve barışa taahhüt gerekiyor. Bunlar olmadıkça ulusal eylem planları yazılsa da anlamlı olmaz zaten. Fakat ulusal eylem planı yazmaktan kaçınan ülkelerde başka bir kapı olarak yerel eylem planları yazılarak böyle bir süreç başlatılabilir.

Dünya genelinde 1325 üzerine bir yandan daha yerele inme çalışmaları, bir yandan da, güç oluşturmak adına bölgesel ortak eylem planları düzenleme yolunda çalışmalar var. Kendi topraklarında çatışma yaşamayan İrlanda gibi ülkeler, üçüncü aktör olarak çalıştıkları yerlerde, örneğin barış harekatlarına katıldıkları yerlerde, kadın barış gücü çalışanı göndermek yoluyla 1325 alanındaki çalışmalarını şekillendiriyorlar. Kendisi çatışma yaşayan ülkelerde “daha fazla 1325’in” alanları zaten sorunlu olduğu için bu alanlarda çalışmak zorlaşıyor.

1325’te dediğim gibi kimler dahil olabilir? Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık, İnsan Hakları Kurumları, milletvekilleri, Cinsiyet Eşitliği Komisyonu, yerel yönetimler, vakıflar, özel şirketler, akademisyenler… Dolayısıyla bunların hep birlikte çalıştığı kapsayıcı bir ortam oluşması ve bu aktörlere danışılabilen süreçlerin oluşturulması gerekiyor. Zaten ülkede bunlar üzerinden yaşanan çatışmalar var ise 1325’in uygulanması oldukça zor oluyor.

Türkiye’de yerelden başlayarak bir Ulusal Eylem Planı yazma süreci başlatmak mümkün mü?

Türkiye’de biz Zeynep Alemdar ile birlikte 1325 eylem planı hakkında İsveç Konsolosluğu’nun katkısı ile bir eğitim planlamıştık. Bu 2016 darbe girişimi sonrasına, çok kötü bir döneme denk gelmişti. Ondan önceki dönemde Türkiye’nin eylem planı yapma hazırlığı vardı bence. Darbe girişimi ile birlikte bütün siyasi odak başka konulara kaydı. Kürt meselesinde gelinen aşamada da böyle bir eylem planı yapmak için uygun bir ortam kalmamış oldu.  Biz o eğitimi yaparken bile özellikle yerel eylem planlarını konuştuk. Belediye çapında olabilir mi? Evet, olabilir örnekleri var[7]. Tabi ki böyle bir şey yapılacaksa da yerel belediyenin devlet birimleri ile iyi ilişkilerinin olması gerekiyor. Bu belediyenin tek başına siyasi bir aktör olarak yapabileceği bir şey değil. İçinde bahsettiğim gibi bakanlık ve güvenlik gibi kurumlarının dahil edilmesi gerekiyor. Sivil toplum ve kadın kuruluşlarının da katılması gerekiyor. Bu yapılırsa tabi ki başlatılabilir.

2016’daki eğitim sırasında STK’lar Türkiye’de yazılabilecek bir eylem planının özellikle çatışmalarda zarar görmüş mülteci kadınların sorunlarının aşılmasına yardımcı olmak açısından önemli olduğunu vurguladılar. Bu alandaki bir çalışma 1325 eylem planı yazmada dönüştürücü bir alan olabilirdi. Fakatı bu noktada önemli bir konunun da altını çizmek gerekir: eylem planlarının zaman sınırı var ve genellikle 3 yılda bir yenileniyorlar. 1325 içerisinden belli konular 3 yıllık süreçte hükümetler tarafından yerine getirilmeye çalışılıp başka çözüm beklenen konulara geçilmesi gerekiyor. Bu da barış konularının konuşulmasının sıkıntılı olduğu yerlerde eylem planlarının sürekliliğine engel oluyor.

Yerel strateji dışında sivil topluma da vurgu yapmalıyız. İdealinde, sivil toplum, devletin yazdığı planların takibini ve gölge raporlamasını yapar. Fakat eylem planlarının devlet tarafından yazılmadığı durumlarda sivil toplum da eylem planı yazma iradesi sergileyebilir. Çok faydalı olmasa da bir başlangıç olarak toplumsal iradenin gösterilmesine vesile olabilir ama bu tür eylem planları gene de hükümet birimlerince sahiplenmezse etkili olamazlar.

Şöyle bir özet ile ilerleyebiliriz: Siyasi iradenin olmadığı bir yerde ulusal eylem planları harekete geçirilemiyor, yereldeki siyasi iradenin ise bahsettiğimiz şartları var. Barışı konuşmadan barışın toplumsal cinsiyet yanını konuşmamız mümkün olmuyor. Ayrıca tasarım sürecinde ise ana başlıklar neler, odak ne olacak sorusu ile karşılaşıyoruz. Üçüncü olarak ise koordinasyon karşımıza çıkıyor. Bu alanda çok fazla devlet birimi çalışıyor ve o birimler arasında da çatışmalı duruş söz konusu olabiliyor. Bu özellikle önemli çünkü Türkiye’de sivil topluma karşı tarihsel olarak bir güven sorunu var. Bu aşılmadan sürecin gerçekleşmesi çok zor. Yine sivil toplumun bu alanda belli konularda ortaklaştırıcı çalışmalar yapması gerekiyor. Ulusal Eylem Planı yazmak gerçekten çok uzun ve üzerinde dikkatlice düşünülmesi gereken bir süreç. Bahsettiğim gibi, finansal, insan ve teknik kaynakların ayrılması gerekiyor. Önceliğiniz bu olmaz ise etkili eylem planı olmuyor. Dünyadaki 88 eylem planına baktığınızda, bazılarının sadece “bizim de  var” demek için yapılmış eylem planları olduğunu görebiliyoruz. Gerçek anlamda etki sağlayan çok az eylem planı var.

Ulusal Eylem Planı yazma sürecinde, iç dinamiklerden ötürü zorlanmanın yaşandığı örnekler verebilir misiniz? Hangi tartışmalar ve sorunlar süreci şekillendiriyor?

Benim de takip etme fırsatını bulduğum İsrail’in yazım süreci bunun için iyi bir örnek. Bu vakada İsrailli liberal sivil toplum kuruluşları Filistinli sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya gelerek bir eylem planı yazmaya başlıyorlar. Bir noktada Filistinli sivil toplum kuruluşları süreçten ayrılıyor.  Sorun kullanılan dilden kaynaklanıyor. Filistinliler “işgal” kelimesini kullanırken, İsrailliler karşı çıktığından eylem planı yazma sürecinden ayrılıyorlar.  Fakat bu büyük ve temel engel, bir eylem planının yazılmasını durdurmuyor. Bu da her şeye, toplumsal kutuplaşmaya rağmen Türkiye’de de yazılabileceğini gösteriyor. Ama Türkiye’nin de bu örnekten yola çıkarak böyle bir sürece girecek kadın gruplarının Türkiye’nin çatışmalı konularında üzerine ortaklaşabilecekleri bir dil üretmesi gerektiğini de gösteriyor. İsrail’deki eylem planının kabulü çok fazla etkinlik ve milletvekillerinin katılımı ile yapılsa da İsrail hükümetince onaylanmadı. Yani 1325 eylem planı her şeye rağmen yazılır mı sorusuna cevaben, bütün bunlara rağmen yazılır, ama arkasında bir siyasi irade olmadan BM’nin anladığı anlamda bir eylem planı değil aşağıdan yukarıya bir talep olarak yazılmış bir metin olarak kalır – ki aslında bu da çok önemli bir adım sayılır bence.

Uluslararası düzeyde yaşanılan zorluklar neler?

Birleşmiş Milletlerin sorumluluk, teşvik ve şeffaflık mekanizmalarının zayıf olması önde gelen uluslararası kurumsal sorunlardan biri. Yeterince diplomatik ve finansal kaynaklar yok. UN Women son yıllarda bu konu hakkında çok çalışsa bile yeteri kadar kaynak olmadığının altını ısrarla çiziyor. Benim de takip ettiğim sivil toplum çalışmalarının da gösterdiği şey, uluslararası programlara belli bir kesimin ulaşabilmesi. Mesela baktığınızda çatışmalı ortamlarda çalışan kadınların çoğunun BM ve başka uluslararası kurumlara erişimi sınırlı. Barış alanındaki işlerin çoğunu bu kadınlar yürütse de onların sesleri bu kurumlarda temsil edilemiyor. ICAN[8] gibi bu konuda çalışan kadın kurumlarının taleplerini BM gibi kurumlara taşıyan oluşumların BM’in dönüşümü için önemli olduğunu düşünüyorum.

Ulusal düzeydeki zorluklardan bahsedersek de ataerkil aktörlerin 1325’e karşı çıkması, kalıp yargıların hala toplumda var olması, dünyada ve yerelde artan muhafazakarlık, kadın meselelerinin arka plana atılması, toplumsal cinsiyet duyarlı etkinlikler ve eğitimlere daha az önem verilmesini sıralayabiliriz. 1325 toplumun bazı kesimlerince öğrenildi ama diğer kararlar bilinmiyor ve Ulusal Eylem Planı bilinmiyor. 1325’in karar olarak var olması demek, uygulanması demek değil. Bunun için devletlerin eylem planlarının olması gerektiğini bilenler de az sayıda.

Bir sorun da kadınlar homojen bir grup olarak görülebiliyor ve farklı kadınların istekleri süreçlere dahil edilmiyor. 1325 için eylem planı yapılacaksa veri toplanması gerekiyor. Eğer bir şey değiştirecekseniz, öncelikle o alanda neleri değiştireceğini saptamanız gerekiyor. Bizim böyle bir verimiz ne kadar var? İstatistik olarak bu veriye ulaşılabiliyor mu, var mı, bunlar hep soru işareti.

Notlar

[1] Mevcut istatistiklere UN Women’ın internet sitesinden erişilebilir.

[2] Bölgesel kadın arabulucu grupları hakkında bu linkten bilgi alınabilir.

[3] Eylül ayına kadar Ulusal Eylem Planı hayata geçirmiş ülkelere bu linkten ulaşabilirsiniz ve ülkeler ve bölgesel kuruluşlar hakkında detaylı bilgi alabilirsiniz.

[4] Plana bu linkten ulaşılabilir.

[5] Plana bu linkten ulaşılabilir.

[6] Plana bu linkten ulaşılabilir.

[7] Örneğin Bosna-Hersek Inclusive Security’nin eğitim desteği ile 6 belediyesinde yerel eylem planı yazmıştır. Rapora bu linkten ulaşılabilir.

[8] ICAN’ın sayfasına bu linkten ulaşılabilir.

Building Transnational Solidarity: A Conversation with Baroness Goudie

An interview with Baroness Mary Goudie on her political journey and international women’s solidarity.

Baroness Goudie has been a Labour peer since 1998 and an advocate for the rights of women and children. Her work focuses on promoting gender equality, women’s rights and peacebuilding globally. Among her many accomplishments and affiliations, she is an advisory board member for the London School of Economics – Centre for Women, Peace and Security and an advisor to the Georgetown Institute for Women, Peace and Security. She is also a founding member of the 30% Club, which aims to influence chairs to bring more women on to corporate boards. In a moment when there is a need to build further solidarity in the face of the challenges encountered by women’s rights activism around the globe, we are delighted to have Lady Goudie with us.

We wanted to start our conversation with your experiences in entering politics and your role in local government. How was it like to be a woman working in Brent Council? In your biography, it is stated that in 1971, you became the youngest woman elected to Brent Borough Council. Your activism included Campaign for a Housing Aid Centre and a Law Centre. What were the main events of the day back then, and how did these issues correspond with a gender outlook? 

I decided to run for the Council in the 1970s because I have been involved in politics as a young socialist. My parents are Irish; they come from the South. What I learnt from home were equality and inclusion. I was shattered about how, in some parts of the Borough that there was terrible housing. In London at that period, families lived in poor conditions; many of them lived in one room properties. When I joined the Council, I was involved in housing immediately; it became my key issue area. Our Borough also had a high number of cot deaths (the known name for sudden infant syndrome). There were a lot of side issues going on. You had Black riots in Notting Hill, we did have discrimination against Jews as well. It was never quiet. 

These issues continue today, and even though we think we solved them when we get crises like COVID or the financial crises, it takes back some of the advancements that are achieved. Some of the things I did in the Council was housing, getting a new school in the area. I represented and was involved in transferring people from council estates to other estates so those places can be refurbished. These were contentious issues because some people wanted to return as they had families in those areas, but I had a lot of support from my colleagues on this topic. When I joined the Council, there were people from Eastern Europe and Central Europe. A number of people came to Brent, Willesden, Harrow and settled here in North London. It was pretty multicultural at that time as well. It can be said that it made life enjoyable in relation to an all ‘white male situation.’ 

I probably had underlying discrimination, but you always did not pick it up. It is important to remember that in London there was a lot of women out there. I was selected by my ward and the Post Office Union which was a male-dominated union. I had their support, and they were protective in a very nice way. In terms of reflecting on experiences there might have been cases when some would say things like ‘oh would you know what to do the meeting.’ I would reply stating that I knew what I was doing. There could be instances of patronising behaviour, but it wasn’t habit. One of the things that I had to put up was being attacked for what I believe in. I also had one of my children while I was in the Council. My parents and husband were also very supportive as well. The doors were open for me in my house, you had to work hard but they did not say ‘women does or does not do that’ or ‘you have to get married.’ When you come from a family with openness, you can find ways to struggle for improving things.  

Secondly, I wanted to ask a broad question on how your work in the House of Lords has been instrumental in promoting the women’s agenda. How has your role in transnational bodies and as the All-Party Parliamentary Equality Group’s vice-chair created an impact?   

I use my position in the House of Lords as a global role. I was privileged to join Vital Voices as it came out from the White House in the late 90s. This was a time when I was just starting with the House of Lords. I was also doing work in Northern Ireland voluntarily. I have met many people from Vital Voices and people like Monica McWilliams on the ground. I saw that the House of Lords appointment and privilege was that you could make a change. I have worked in the local government, I have worked a lot in the Labour Party to make it electable, I focused on respect, human and women’s rights. When I came to the House of Lords, I aimed to use the empowerment that was given to me towards change. We have to work on the Gender Gap and have more women on boards, both domestically and globally. We have to have respect for women globally, which is still not reached. Of course, in the UK, we had the Equal Pay Act, and for that, I would recommend the film Made in Dagenham. Everything was not perfect, but you had role models to look up to, like the women in trade unions. You also had some women who did not want to deal with women’s issues. I decided to ignore that because it would make me barmy. Of course, you were hurt by that attitude from some of your colleagues but also across the divide. You have to find a way to rise from that and get on with the issue. Some people asked me questions like ‘why are you staying for this debate’, yet it mattered for me to stay. Some people think that we have made it, no we haven’t. We cannot make it without the others and safeguarding it for future generations.  

The Conventions were also an important part of this process. The Convention on Human Trafficking, the conventions in Ireland and how people were treated in prison were some of the issues needed to be taken on. If we only ratify agreements and do not take them on, nothing will happen. Getting the Convention on Human Trafficking, both the UN Convention and Council of Europe’s Convention, was a crucial step as they were very strong. Also, this was a cross-government issue, so it was essential to get support at the ministerial level and at the cabinet-level to make those changes. Otherwise, they would not happen. 

Could you tell us a bit more on your Northern Ireland experiences ? The Good Friday Agreement was possible with the leadership of Labour. Were you involved in the peace process or the aftermath? 

I was involved early on and then I became the patron of the Community Foundation for Northern Ireland. At that time it’s responsibility apart from working with groups on the ground was the cohesive fund from the European Commission. One of the primary goals of the Community Foundation was to ensure that the money is spent properly. I worked with them over 15 years until there was a change when things calmed in Northern Ireland. By working there we were able to bring the government, the minister of Northern Ireland, whoever the junior ministers were, civil servants, pupils on the ground and have meeting with them on a regular basis. The Labour government and the American involvement that continued made it possible to work on crucial issues. We were able to bring people to the table and this was important because if you can’t have any peace if everyone’s not round the table. If you don’t keep on talking there won’t be any change.  

We would like to ask you a question about Vital Voices as our founder is a fellow of the organisation. In your role you have been involved in training community and business leaders and parliamentarians on social and political issues around the world. Can you tell us what Vital Voices does and how it builds transnational solidarity? 

When I was invited to join the Global Vital Voices, it had just come out of the White House. It is one of the few organisations that came out from the White House to survive different administrations. It had great leadership since its inception. Hillary Clinton has always been there in the background. Alice Nelson who is the director and the founder, she was with us from the beginning. They had a great board from the start with great leadership. The idea of training women was the best thing they did. I went to South Africa, Eastern Europe, Jordan, Turkey and ensured to set up Vital Voices chapter in Poland and in other parts of the World.  

The training was crucial and that work has spearheaded other organisations. The chapters of the organisation give support to each other. The network is key. The network is always there. You can always go to Vital Voices. The impact of the network is very difficult to measure with a metric.  

Lastly, as you are aware, there is a struggle rising against Turkey’s withdrawal from the Istanbul Convention and other right-wing governments throughout the world. We wanted to ask you how you think the international community can support women’s movements in light of these recent developments? How can transnational advocacy that seeks to address these issues be stronger and more successful?   

Our government has put pressure on the Turkish Government. Other world leaders can also pressure in G-7 and D-10. I cannot understand why they are so afraid of women in power. Why can’t they understand that we are 50 percent of the population and are entitled to our rights? I believe it is a measure of insecurity. We know that advancements like this hurt women and can ruin their lives forever.  

The women’s movement can build closer links to the global G-20, G-7 and the D-10 and that is why with the 30% Club we have decided to use this link in the chapters that we have formed. We thought that once these meetings came up, we can put pressure on those states, similarly to the Women’s Forum for Economic Stability based in Paris. When Obama was president of the G-7, he was able to push the access to finance for women. This work has been carried out for some time before him, but that happened under his leadership. It takes courage to put forward these agendas in the same way William Hague as the foreign minister with Clinton took forward the women at the peace table, sexual violence in conflict and got that signed in the UN. Besides the work in the background, it is about having senior people to take it forward.  

Begüm Zorlu