Siyah Kadınları Okumak: Claudia Rankine

George Floyd’un ölümünden sonra başlayan yeni dalga Siyah Hayatları Önemlidir protestoları ile birlikte kurumsal ırkçılık, ırk, sömürgeciliğin mirası, sosyal adalet, polis şiddeti, cinsiyetçilik ve kesişimsellik [1] kavramları üzerine artan bir tartışma başladı.

George Floyd “nefes alamıyorum” derken öldürülen ilk siyah Amerikalı değildi. Bitmeyen bir döngü içinde gerçekleşen bu ölüm ve niceleri öfkeyi ve dayanışmayı hakim kıldı ve kılmaya devam ediyor. Bu süreci ve kavramları anlamak için siyah kadın yazarları okumak gerekiyor.

Son zamanlarda artan protestolar ile birlikte siyah yazarları ve ırkçılığı anlatan kitapları okuma çağrıları ve okuma listeleri yapıldı. Bunların içinden James Baldwin’in eserleri, Reni Eddo-Lodge’un “Neden Artık Beyazlarla Irkçılık Üzerine Konuşmuyorum” (Why I’m No Longer Talking to White People About Race) kitabı, Angie Thomas’un “Verdiğin Nefret” (The Hate U Give) romanı gibi kadın yazarların kitapları öne çıktı.

Claudia Rankine siyah olma, siyah bir kadın olma durumunu, ırkı ve ırkçılığı, en iyi anlatan kadın yazar ve akademisyenlerden biri. Daha çok şiirleri, zaman zaman oyunları ve gazete köşelerinde yazdığı günlük ırkçılık hikayeleri ile tanınıyor.

Ben Rankine ile 2015 yılında 9 kişinin hayatını kaybettiği Charleston, Güney Carolina siyahi kiliseye düzenlenen saldırıdan sonra New York Times’da ele aldığı yazı sayesinde tanıştım [2]. O yazısında siyah olma halinin sürekli yasta olmak olduğunu söylemiş ve siyah kadınların hikayelerini anlatmıştı. Yazının şu bölümü özellikle çarpıcıydı:

“Sadece siyah olduğunuz için öldürülebileceğinizi bilmenin günlük zorluğunu kopyalayabilecek gerçek bir empati hali yok: eliniz ceplerinde olduğu için değil, müzik çaldığı için, ani hareket yaptığınız için, arabanızı sürdüğünüz, gece yürüdüğünüz, şu caddeye, o binaya girdiğiniz için değil… “

Rankine bu yazısında “Siyah Hayatları Önemlidir” hareketinin belki de en iyi tanımlarından birini öne sürüyordu. Ona göre siyah hayatlar güvencesizlik içinde yaşamaya devam ettikçe, bu hareket yas tutmaya devam edecekti. Yas tutarak unutmayı engelleyecekti.

Vatandaş

Bu videoda Rankine kitabından bir bölüm okuyor.

Rankine Vatandaş (Citizen) olarak bilinen Citizen: An American Lyric şiir kitabında kendi tecrübelerinden başlayıp, başka siyah (ve bazen beyaz) hayatları da bir araya getirerek uzun bir şiir yazıyor. Kitabın ilk bölümlerinde, isim verilmeden anlatılan bir okul hikayesinde “bilinçsiz ırkçılığın” ne olduğunu gösteriyor:

“O bir istek yapmadığı sürece konuşmuyorsunuz ve daha sonra sana güzel koktuğunu ve yüz hatlarının beyaz bir insanınkine benzediğini söylüyor. Sen onun senden kopya çekmesine izin verdiğin için teşekkür ettiğini ve neredeyse beyaz bir insandan kopya çektiği için daha iyi hissettiğini düşünüyorsun.”

Bir çok ödül alan bu kitap farklı vakalarla siyah karşıtı ırkçılığın Amerikan kültüründe nasıl var olduğunu gözler önüne seriyor. Rankine kitabının adını Vatandaş koymasının nedeninin toplumda kimin o statüye sahip olduğuyla ilgili bir soru sormak olduğunu söylüyor. Vatandaş Serena Williams’ın [3] maruz kaldığı ırkçılık ve cinsiyetçiliği, Trayvon Martin’in ölümü, daha çok yoksul ve siyahların etkilendiği Katrina Kasırgası sonrası yaşanan hükümet ilgisizliğini ve farklı seslerin tanıklığını bir araya getiriyor.

Beyazlığı Yeniden Düşünmek

Şiir kitapları ve akademik çalışmaları Rankine’in gerçek bir değişimin gerçekleşmesi için beyazlığın anlaşılması gerektiğini gösteriyor. Rankine bir söyleşisinde beyazlığın hakimiyetini sürdürmesi için merkezileştirildiğini, paranoyasını, şiddetini ve öfkesini hiçbir zaman sorgulamadığını söylüyor. Ona göre bu döngü aynı şekilde yıllardır işliyor.

Rankine son yıllarda beyazlığın ve beyaz ayrıcalığının anlaşılmasına odaklanıyor. Yale Üniversitesinde Beyazlığın İnşası dersini veriyor [4] ve yazılarında beyazlığı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Geçtiğimiz sene New York Times’da çok ses getiren “Beyaz Erkekler Ayrılacakları Hakkında Ne Düşünüyor” teması altında bir yazı kaleme aldı. Bu yazıdan ve o yazıya gelen tepkilerden de yola çıkarak “Yardım” isimli bir tiyatro oyunu yazdı. Rankine o yazısında ve oyunda Business Class sıralarında siyah bir kadının beyaz erkeklerle gerçekleşen karşılaşmalarını anlatıyor. Rakine yolculuk sırasında onlara kendi ayrıcalıkları hakkında ne düşündüğünü soruyor ve onların ayrıcalığını zaman zaman ekonomik duurm ile bağdaştırdığını, sorumluluk hissetmediklerini ve göremediğini açığa çıkarıyor.

Siyah Kadınları Okumak

Rankine bir mülakatında “siyasi ve sosyal dünyamın dinamiklerini içermeyen özel bir dünya yok” demişti ve o dünyayı eserlerinde görmek mümkün. Rankine, kurumsal gücün, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin dinamiklerini, ayrıcalığı en iyi anlatan yazarlardan biri. Yazılarında kaybedilmemesi gereken hayatları, ve beyazlık çalışmaları özellikle görünmeyen ırkçılığın nasıl işlediğini gösteriyor. Siyah olma, ve siyah kadın olma durumunu anlamak için siyah kadın yazarları daha da okumak ve tanımak gerekiyor. Umarım onu ve yazılarını daha çok görebiliriz.

Notlar

[1] Kimberlé Crenshaw’ın geliştirdiği kesişimsellik kavramı “siyah kadınların deneyimlerini şekillendirirken, ırk ve cinsiyetin birbiriyle etkileşime girdiği” şekilleri inceliyor. Crenshaw’ın bu konuyu ele aldığı bir yazının Gizdem Akdur tarafından çevirisi okunabilir.

[2] Rankine’in bu yazısı New York Times’ın internet sitesinden okunabilir ya da dinlenebilir.

[3] Rankine kitabın yayınlanmasından sonra New York Times Magazine’de Williams ile bir mülakat yapıyor.

[4] Rankine’in birkaç hafta önce beyazlığı tartıştığı bir mülakat.

Onlyherstory: “Sıradan” Kadınların Hikayesini Anlatmak

Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu

Onlyherstory (Sadece Onun Hikayesi) Instagram sayfası aracılığı ile Türkiye’deki “sıradan” olarak nitelendiren fakat mücadele ile dolu olan kadınların hayat hikayelerini takipçilerine aktarıyor.

Bugüne kadar fotoğraflar ile birlikte yetmişi aşkın kadının hikayesini aktardı.

Sayfanın kurucularından proje koordinatörü ve yaratıcı yazarlık çalışmaları alanında çalışmalarını yürüten Derya Atlas ile konuştuk.

Onlyherstory sayfanız aracılığı ile Türkiye’de hayatlarımıza dokunmuş kadınların hikayelerini anlatıyorsunuz. Bu projeye ne zaman, nasıl başladınız ? Bu sayfayı kurma fikri nasıl oluştu ?

Ablam Duygu bize arada sırada eski aile fotoğrafları yollamayı çok sever, aile arşivinin çoğu da ondadır. Bundan iki sene önce durgun bir yaz günü anneannemizin fotoğraflarına bakarken “Niye bunları hikayeleştirip paylaşmıyoruz ki?” dedi. Biz, erken yaşta babasını kaybetmiş ve hayatında erkek figürü olmayan çocuklar olarak hep kadınların arasında, genelde bir mutfak masasının etrafında onların hikayelerini, hayatlarını dinleyerek büyüdük. Onlar belki bazıları için “sıradan” olabilirdi ama bizim hayatımıza damga vurmuş kadınlardı. Tez canlılıkla bir Instagram hesabı açtık ve kendi aile kadınlarımızın ağzından onların hikayelerini anlatmaya başladık.

Bu sayfa aracılığı ile “sıradan” olan hayatların aslında ne kadar sıradan olmadığını ve farklı mücadeleler ile şekillendiğini gösteriyorsunuz. Başladığınızda sitedeki içerik ile ilgili düşünceleriniz-planlarınız nelerdi, ilk hikayenizi nasıl yazdınız ve zamanla gelen hikayelerle sayfanız nasıl şekillendi ?

Amacımız hayatımızdaki kadınlardan başlayarak onlara başrol verip seslerini geçmişten duyurabilmekti. Genelde erkeklerin hikayelerinde yan karakter olan ve belli rollerde konumlandırılan tiplemelerin çok ötesinde, girift hikayelerimiz var bizim. İlk hikayemizin başrolü anneannemiz Kâmuran hep güçlü duran, biraz da vakur bir karakterdi fakat hayatının erken dönemini şekillendiren üstü örtülü bir erkek şiddeti vardı. Projemizin ana görseli olarak da kullandığımız Kâmuran’ın hülyalı güzelliği ve Mona Lisa-vari kriptik gülüşünün ardında bir hikaye olduğunu sezebiliyorsunuz. Zamanla, bize sevgili okurlarımızdan gelen her anlatıyla birlikte daha keskin tarihi dönemlere, kimliklere ve deneyimlere bakabilme şansımız oldu. Bu açıdan daha birbirleriyle kesişen ve kapsayıcı hikayeler anlatabiliyoruz artık.

Hikayelerin kadınların sesiyle yazılmış olması aktarımı eşsiz kılan özelliklerinden biri. Size hikayeler nasıl yollanıyor ve yazma sürecini nasıl gerçekleştiriyorsunuz ?

Hikayeler bize okurlarımız tarafından Instagram veya e-posta üzerinden yollanıyor. Geliş sırasına göre oluşturduğumuz epey kabarık bir yayın listemiz var. Bazıları bütüncül bir hikaye olarak geliyor, bu durumda zamanımızı hikayeyi düzenleme ve detaylandırmaya adıyoruz. Anlatı olarak aktarılanlarda ise düzenlemenin yanı sıra birinci ağızdan edebileştirerek yeniden yazım ve hikaye sahibiyle soru-cevap süreci daha yoğun ilerliyor.

Şu anda projeyi Duygu Atlas, Mesut Alp ve bendeniz yürütüyoruz. Biri tarihçi, biri arkeolog ve ikisi de usta hikaye anlatıcıları; bu sebeple her hikayeyi titizlikle, disiplinlerarası bir bağlamda inceliyoruz. En büyük önceliğimiz, ana akım medya ve kültürde yer bulmayan hikayeleri anlatmak ve etnisite, dil, din, yöre ayrımı gözetmemek, dolayısıyla olabildiğince çeşitli kadın deneyimleri anlatmak.

Sizce Türkiye’deki kadın hikayeleri birbirine nasıl bağlanıyor ? Bu hikayeleri aktarırken gördüğünüz benzerlikler ve farklılıklar neler ?

Kadın mücadelesi bu hikayelerin tam ortasında. Bir kere her kadının mücadelesi hep aleyhlerine işleyen ve onu bir gruba koymaya çalışan patriyarkal düzene karşı. Doğdukları dönem, yaşadıkları coğrafya, konuştukları dil ve sahip oldukları inançlara göre daha katmanlı mücadelelere dönüşüyor bu hikayeler. Daha kapsayıcı bir kadın dayanışması için tek tip değil, daha çok farklı kadın deneyimlerini konuşmaya ihtiyacımız var. Onlyherstory’nin ulaştığı kitlenin büyüklüğü ve çeşitliliği görünce bunu bir nebze başarabildiğimizi düşünüyoruz.

Sayfanızı gün geçtikçe daha çok kişi takip ediyor ve çok fazla yorum ve dayanışma mesajı alıyorsunuz. Hikayeleri hem Türkçe hem İngilizce anlatıyorsunuz, Türkiye’de ve Türkiye dışında nasıl bir geri bildirim aldınız ?

Hikayeleri Türkçe yazıyoruz, fakat Türkiye’de otuzu aşkın dil konuşuluyor, Kürtçe başta olmak üzere. Dilin önündeki engeli kaldırmak, anlatılan deneyimi de özgürleştiriyor. Bu yüzden ne kadar fazla dilde yapabilirsek, o kadar çok kişiye ulaşmış oluyoruz. İngilizce anlatmamızın genel nedeni, Türkiyeli kadınların görünürlüğünü arttırmak. Ayrıca, üçümüz de yurtdışında yaşadığımız için gözbebeğimiz bu projeyi evrensel bir dil olan İngilizcede anlatabilmek bizim için çok önemli.

Bundan sonra sayfa ve hikayelerin aktarımı ile ilgili başka projeleriniz var mı ? Nasıl bir yol izlemeyi düşünüyorsunuz ?

Çok yoğun iş tempolarımıza rağmen aklımız fikrimiz Onlyherstory’de. Daha çok vakit ayırıp projeyi büyütmeyi, daha çok hikaye yayınlamayı arzu ediyoruz. Yakında web sitemizi açacağız. Pandemi öncesi daha fiziksel planlarımız vardı, hatta Oxford Üniversitesi’nde bir “yaşamyazıcılığı” atölyesi yapacaktık. Bugünlerde projeyi nasıl kitaplaştırabileceğimiz üzerine kafa yoruyoruz. Genel olarak, projeye anlamlı bir fon bulmak, spesifik coğrafya veya konu odağında detaylı çalışmalar yapmak, sergi ve Youtube kanalı açmak gibi pek çok fikrimiz var. Fakat amacımız hep aynı: sesini duyuramamış kadınların hikayelerini geniş kitlelere duyurmak ve farkındalık yaratarak kadın dayanışmasını güçlendirmek.

Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nden Elena B. Stavrevska ile Söyleşi

London School of Economics (LSE) bünyesindeki Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nden Dr. Elena B. Stavrevska savaş sonrası toplumlarda toplumsal cinsiyet, kesişimsellik, geçiş dönemi adaleti ve politik ekonomi üzerine akademik çalışmalarını yürütüyor.

Bu konulardaki makaleleri International Peacekeeping ve Civil Wars gibi uluslararası hakemli dergilerde yayınlandı. Geçtiğimiz sene editörlüğünü yaptığı Economies of Peace: Economy Formation Processes in Conflict-Affected Societies (Barışın Ekonomisi: Çatışmadan Etkilenmiş Toplumlarda Ekonomi Kuruluş Süreçleri) isimli kitabı Routledge’dan yayınlandı.

Teorik katkılarının yanı sıra, daha çok Bosna-Hersek ve Kolombiya vakalarına odaklanan çalışmaları kapsayıcılık ve barışın politik ekonomisi temalarını ele alıyor. 2016 yılında yayınlanan ortak yazarlı bir çalışmasında AB’nin sivil toplum örgütlerine desteğinin iç siyasete etkisini ve kurumun kendi çıkarlarıyla/normlarıyla ilişkisini inceliyor. 2018 yılında yayınlanan makalesinde çatışma sonrası toplumlarda mikro finansın kadınların eylemliliğindeki etkisini tartışıyor. Makalelerine Academiasayfasından erişilebiliyor.

Elena, geçtiğimiz hafta Sarah Kenny Werner ile birlikte Ülkeye Özgü BM Güvenlik Konseyi Kararlarının Dilinde Kadın, Barış ve Güvenlik Gündeminin Kaybolması başlığı altında kadın, barış ve güvenlik gündemine uyum üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Yazdıkları rapor üzerine konuştukları toplantıda akademik çalışmaları pratiğe çevirme vurgusunda bulundu. Biz de SES olarak, hem bu çalışmalarında öne çıkan konuları aktarmak, hem de kendi hikayesi, akademide kadın olmak üzerine kendisi ile mülakat gerçekleştirdik.

Begüm: Sanırım akademisyenlere sorulan ilk soru hep bu: araştırma konuna ve sürecine nasıl başladın?

Elena: Ben barış çalışmalarına galiba doğal olarak başladım. Yugoslavya parçalanmadan önce bugünün Sırbistan’ında doğdum. Biz ilk olarak Kosova’ya sonra da Makedonya’ya taşındık. Tüm aile federasyonun farklı bölgelerine dağıldı. Benim erken yaştaki siyasi anılarım bu çatışma ile ilgiliydi. İlk öldürülen askerlerden biri benim memleketimdendi. Herkes bu genç yaşta gerçekleşen ölümün ardından sokaklara çıkmış, yas tutmuştu. Çocukluğumdan beri insanların birbirlerini neden öldürdüğü sorusunu merak ettim. Özellikle onlarca yıl birbirini tanıyan insanlar, beraber yaşayan ve benzer yaşam tecrübeleri olan insanların… Bir insan başka bir insanı neden öldürür ? Buna halen bir cevabım yok çünkü günün sonunda bu psikolojik bir soru ama çıkış noktam çatışma süreçlerini ve sonra nasıl iyileşebileceğimizi anlamak oldu.

Toplumsal cinsiyet meselesi, hem sivil toplum örgütlerindeki çalışmalarımda hem de aktivist olarak da hep aklımdaydı. Ben hayatımda her şeyi yapabileceğime inanacak şekilde yetiştirildim. Anneannem okuma yazma bilmiyordu. Annem kendi köyünden üniversiteye giden ilk kadındı ve zamanında skandal olmuştu. Köydekiler ona karşı durdu, ve o zaman “üniversiteye gidiyorsa devamı gelir” zihniyetiyle düşündüler. Ben de nesiller boyu artan haklarımızın farkındalığı ile toplumsal cinsiyet ve sınıf konularına odaklandım. Ana çıkış noktam bu oldu. Kolombiya ve Bosna-Hersek dünyanın iki ucunda; barış anlaşmaları ise birbirinden çok farklı. Bosna-Hersek’in anlaşması dışlayıcıyken, Kolombiya’nınki ise kapsayıcı olduğu için çok fazla övgü aldı. Pratiğe geçirilmelerinde sorunlar olsa da bu iki uçtaki vakalar ile ilgilendim. Kapsayıcılık ve dışlayıcılık toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf ile de ilgili. Ben de bu noktalar ile yola çıktım.

Begüm: Son yıllarda hem Türkiye’de, hem de uluslararası kurumlarda, hem akademide kadın olmak üzerine bir tartışma başladı. Kadın akademisyenler sahada ve akademik kurumlarda kadın olmak üzerine kendi tecrübelerini paylaşmaya başladılar. Senin tecrübelerin bu konuda nasıldı ?

Elena: Evet, kadın olmak hem saha çalışmasında hem de akademik kurumlarda tecrübemi şekillendirdi. Kadın olmak saha çalışmasında sorulan soruları ve verilen cevapları etkiliyor. Bu konu ile ilgili yeni bir makale ele aldık. Kadın olmanın yanında nereden geldiğiniz, konuşulan diller, yaş ve sosyo-ekonomik durumunuz da karşı tarafın sizin hakkınızdaki algılarını belirliyor.

Benim tecrübelerimde Bosna’da “onlardan” ve “arkadaş ülkeden” olduğum için tehdit olarak görülmedim. Tanımadığım, bilmediğim insanlar tarafından yemeklere ve kahveye davet edildim. Bosna’daki saha çalışmamda bana çok kapı açıldı, orada beni arayıp doğru kişiyle konuşup konuşamadığımı kontrol edip, yardım edebilecekleri bir şey olup olmadığını hep kontrol ettiler. Kolombiya’da ise bu Mart ayında yerli kadınlar ile mülakatlar gerçekleştirdim. Yerli halk ile mülakat sürecinde gördüğüm şey ise tecrübelerinden ötürü araştırmacılara kuşku ile yaklaşabildikleriydi. Buna yurtdışından gelenler de dahil. Bu durumda kadın olmam başka kadınlarla mülakat yapabilmemde rol oynadı. Fakat bunun yanında beni kimin tanıştırdığı da önemliydi.

Akademide kadın olmayı anlatmak için (akademik çalışmaları için de öyle) daha demin de altını çizdiğim gibi kesişimselliği anlamamız gerekiyor. Kesişimsellik derken ırk, sınıf, ve kolonyalizmin etkilerini düşünmek gerekiyor. Çünkü ben sadece bir kadın değilim, ben göçmen bir kadınım, ana dili İngilizce olmayan bir kadınım ve belli bir geçmişten geliyorum. Batı akademisinde ise bu benim hakkımdaki beklentileri şekillendirdi. Mesela ben Balkanları çalışması gereken biri gibi algılandım, ya da eski Yugoslavya bölgesini… Bunun getirdiği sorun ise sanki sadece o konuyu bilebilecek biri gibi algılanmak oldu. Başka bir mesele ise Yugoslavya coğrafyasını tarafsız biri olarak ele alamayacak biri gibi düşünülmekti. Bir yandan en iyi bildiğiniz bölgeyi çalışmak için teşvik ediliyorsunuz, bir yandan da tarafsızlığınız hakkında sorgulanıyorsunuz. Ana akımda bu trend olsa bile şu an akademideki farklı, indirgemeci olmayan alanlar da büyüyor. Benim çalıştığım merkez de bu alanlardan biri.

Begüm: Akademik çalışmalarına dönersek çatışma sonrası toplumlarda uluslararası aktörlerin rolünü irdeleyen araştırmalar gerçekleştirdin. Bu çalışmalarında AB gibi uluslararası ve bölgesel aktörlerin olumlu etkileri yanı sıra kurumsallaşma, uzun dönemli etki ve taban ile yetersiz etkileşim hakkında eleştirilerin oldu. Uluslararası aktörler çatışma sonrası süreçlerde kadınların rolünü ve onlara açılan alanı arttırmak için neler yapabilir ? Kurumsal sorunları çözmek için nasıl adımlar atabilir?

Elena: Buna dosdoğru bir cevap vermek zor. Tüm aktörler için söylemiyorum ama bir çok uluslararası aktör sömürgeci bir düşünce ile hareket edebiliyor, “buraya barbarları kendilerinden kurtarmaya geldik” düşüncesi gibi. Bazıları ise bağlamı çok iyi anlamadan geliyor, ya da bağlamı yanlış anlayabiliyor. Bu organizasyonlar kendileri ve yerel aktörler arasındaki güç dinamiğinin ya farkında olmuyor ya da önemsemiyor.

Bosna’da gerçekleştirdiğim bir çalışmada sivil toplum örgütlerinin fon alma süreçlerine bakıyordum. Bazı kurumların önceliklerinin neden değiştiği sorusunu inceliyordum. Kurumların yazılmış hedefleri ile pratikteki projelerindeki uyumsuzluğun en önemli nedeni ise bağış verenlere göre hareket etme zorunluluğuydu. (Unutmamak gerekir ki, bir çok toplumsal hareket ve sivil toplum aktörleri resmi olmadıkları için fon alamıyordu ve bir çok sivil toplumun tek kaynağı fonlar olabiliyordu.) Yabancı hibe veren kurumlara önceliklerin ne olduğu sorusunu sorduğumda yerel sivil toplum gruplarına danışarak karar verdiklerini söylüyorlardı. Fakat yerel kuruluşlar ise fon almak için uluslararası kurumların hedeflerine göre önceliklerini çerçeveleyebiliyorlardı. Bu kadın, kadın hakları meselesi için de önemli. Genelleştiriyorum ama gündemin öncelikleri sahadaki ihtiyaçlar yerine fon verenler tarafından belirlenebiliyor.

Mesela bir çok ülkede, toplumun önemli bir kısmı kırsal alanda yaşasa bile, kırsal bölgede yaşayan kadınlar için fonlar eksik kalıyor. Popüler olan ve olmayan konular, gündemler var. Mesela kadının siyasete katılımı gündemde yukarı seviyedeyken ekonomik olarak güçlendirilmeleri aynı şekilde önemli olmuyor. Özetle, çok karışık bir cevabı olsa da büyük ihtimalle kimsenin fon vermeyeceği bölgelerde etkili oldular. Fakat aynı zamanda o bölgelerdeki öncelikler orada yaşayanlar tarafından belirlenmedi.

Begüm: Bu noktayı şimdiki soruya bağlayabiliriz. Bir çok çalışmanda kapsayıcılığın altını çiziyorsun. Uluslararası kurumlar fon verdikleri toplumlarda daha aşağıdan ve katılımcı bir model kurmak için neler yapabilirler ?

Elena: Bu aslında bugün bazı sözde ırkçılık karşıtı kampanyalarda da gördüğümüz bir şey. Biz siyah bir direktöre sahip olmak istiyoruz fakat “üst kademe” bir aday olmadığı için kapsayıcı olamıyoruz gibi bir gerekçe sunuyorlar. Bu bağlamda erken başlamak önemli. Önemli olan potansiyeli erken keşfetmek ve desteklemek. Eğitim ve gelişim süreçlerinde yer almak. Ne yazık ki sivil toplum örgütlerinde stajyerler ucuz iş gücü olarak görülebiliyor. Bunu aşmak için onları bir işgücü olarak değil, insanlığını öne çıkaran bir şekilde görmemiz gerekiyor. Kurumlar kafa yapılarını değiştirmeli. Sadece direktör olmak değil mesele. Dönüşüm gerçekleştirmek isteyenler erken başlamalılar, kurumsal yollar ve destek alanları bulmalılar. Kurumlar bu dinamiklere göre dönüşmeli. En önemli nokta bu bence.

Begüm: Son sorumuz! Yakın zamanda Kolombiya’nın barış sürecinde yerel halkın katılımı ve koronavirüs hakkında bir yazı kaleme aldın. Kolombiya barış anlaşmasının kapsayıcı bir anlaşma olmasının nedenini de karşılaştırmalı olarak akademik çalışmalarında anlatmıştın. Bu süreçte barış sürecinin partisi ve geleneksel olarak resmi mekanizmalarda dışlanmış gruplar (hem kadınlar hem de yerliler) nasıl etkilendiler?

Elena: Tabi ki başkent Bogota ve yerlilerin yaşadıkları bölgelerdeki dinamikler çok farklı. Hatırlatmak gerekir ki, Bogota’nın şu an ilerici bir kadın belediye başkanı (Claudia López Hernández) var. Genel olarak baktığımızda Kolombiyalı kadınlar koronavirüsten dünyanın bir çok yerindeki kadın gibi etkilendi. Kolombiya’da da kadınlar pandemik ile mücadelede ön saflarda yer aldılar, fakat bir yandan da cinsel şiddette artış oldu. Başka bir nokta ise kadınların enformel ekonomide yer alması. Sokağa çıkmanın kısıtlanması ve yasaklanması ile bu süreç darbe aldı ve devletten de destek alamadılar.

Yerli halka dönersek, onlar daha çok kırsal ve özerk bölgelerde yaşıyorlar. Kolombiya’da barış anlaşması imzalandığından beri siyasal şiddet ve cinayetler zaten artmıştı[1]. Bu bölgelerde de topluluk liderleri hedefteydi. Herkes kendi evinde kaldığı için bu liderlere ulaşmak daha kolay oldu. Pandemik başladığından beri öldürülen topluluk liderlerinin sayısı çok yükseldi. Saldırıların yanında bu bölgelerde çok ciddi altyapı sorunları var. Bazı bölgelerde su sitemi yok, en yakın hastane ise çok uzakta olabiliyor. Hükümet yardım sözü verse bile gerçekleştirmiyor. Bu bölgelerde madencilik şirketleri pandeminin başında aktivitelerini durdursa bile şu an devam ediyorlar[2]. Tüm bunlara rağmen yerel halk kendini korumak için mekanizmalar gerçekleştiriyor.

Yerlilerin hakları tarihsel olarak hep önemsizleştirildi. Pandemik de aslında bunu gösteriyor. Biri bana bu sürecin eşitsizlik yaratmadığını fakat eşitsizliği yüzeye çıkardığını söylemişti. Bunun çok doğru olduğunu düşünüyorum.

Begüm: Son olarak okuyucularımıza söylemek istediğin bir şey var mı?

Elena: Haklarınızın değerini hafife almayın. Toplumdaki tüm kadınların hakları korunuyor mu ve temsil ediliyor mu ona bakın. Sadece başkentlerdeki, şehirlerdeki kadınların haklarına değil, tüm kadınları düşünün.

[1]Aktivist ve liderlere saldırı konusunda bu haber okunabilir. Kolombiya’da 2019’da 51 İnsan Hakları Savunucusu Öldürüldü https://www.amerikaninsesi.com/a/kolombiya-insan-haklari/4913554.html

[2]Yerel halk ve madencilik hakkında bilgi almak için bu makale okunabilir. https://towardfreedom.org/story/colombian-farmers-continue-push-against-mining-for-peace/

Foreign Affairs: Kadın Siyasetçiler Saldırı Altında

Jamille Bigio ve Rachel Vogelstein, Foreign Affairs dergisinde yayınlanan yazılarında yükselen kadın aktivizmi, temsili ve kadın siyasetçilerin tecrübe ettiği şiddet dalgasını ele aldılar.
Görsel: Foreign Affairs

Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu

Fotoğrafın soldan tarafında gördüğünüz iki kadın siyasetçiden İngiltere’de İşçi Partisi Milletvekili Jo Cox ve Brezilya’da Rio de Janeiro Konseyi Üyesi ve insan hakları aktivisti Marielle Franco artık hayatta değil. İkisi de ülkelerinde artan kutuplaşma sürecinde, hedef gösterildikten sonra öldürüldüler.

Fotoğrafın sağ kısmındaki iki kadın siyasetçi; İngiltere’de Muhafazakâr Parti Milletvekili Caroline Spelman ve Ruanda’da devlet başkanlığı yarışına girmek için mücadele eden Diane Rwigara da hedef gösterilen kadın siyasetçiler arasında. İkisi de, farklı coğrafyalarda, benzer bir şekilde cinsel şiddete maruz kaldılar ve bir çok kadın siyasetçi gibi hala kalmaya devam ediyorlar.

Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi) Kadın ve Dış Politika Programından’dan Jamille Bigio ve Rachel Vogelstein’in, geçtiğimiz aylarda Foreign Affairs dergisinde yayınladıkları “Kadın Siyasetçiler Saldırı Altında” başlıklı yazısı da tam da bu şiddetin boyutlarını gözler önüne seriyor. Bigio ve Vogelstein, kadınların siyasete katılımının artmasıyla birlikte toplumsal cinsiyet temelli şiddetin de yükseldiğinin altını çiziyor.

Şiddetin çeşitli, ve özellikle çevrimiçi boyutlarını tartıştığımız bu günlerde, yazının öne çıkan bölümleri şöyle:

Son yıllarda yükselen kadın aktivizmi dalgası tüm dünyaya yayılmış durumda. Bu aktivzm kadının siyasetteki temsiline de yansıyor. 2018’de, Afganistan ve Irak’taki kadınlar, eşit haklar için mücadelelerini siyasi arenaya taşıdı ve parlamento seçimlerinde eşi görülmemiş sayıda kadın aday yarıştı. Kadınlar, Eylül 2019 itibarıyla, dünya genelindeki ulusal parlamentolardaki tüm koltukların yüzde 24’üne sahip oldu. Bu oran 20 yıl öncesinin neredeyse iki katına çıktı. ABD tarihinde ilk kez, kadınlar Temsilciler Meclisi ve Senato’daki koltukların yaklaşık yüzde 25’ini doldurdu.

Kadınlar hem sosyal medyada hem de sokakta, sistematik taciz ve ayrımcılığa karşı mücadele ediyor. Kadınlar, oy kullanma haklarını gerçekleştirirken bile erkeklerden dört kat daha fazla şiddete maruz kalıyor. Siyasetteki kadınlar orantısız bir şekilde çevrimiçi alanda hedef alınıyor ve sosyal medyada tacize uğruyor.

2019 yılında kadınlara yönelik siyasi amaçlı saldırılar dünyanın her bölgesinde rekor seviyeye ulaşmış durumda. 2016 yılında gerçekleştiren bir araştırmaya göre, 39 ülkedeki kadın politikacıların yüzde 82’si bir tür psikolojik şiddet, yüzde 44’ü ise şiddet içeren tehdit ile karşı karşıya kaldı.

Kadın temsili sadece bir adalet meselesi değil. Araştırmalar liderlikte cinsiyet çeşitliliğinin daha iyi yönetişimle ilişkili olduğunu gösteriyor. Kadınların siyasi ayrımları aşmakta daha başarılı olduğu gözlemleniyor. 2015 yılında ABD Senatosu hakkında gerçekleşen bir araştırmaya göre, kadın senatörler erkek meslektaşlarına göre daha sık partiler arasında çalışıyor. İsveç’teki Uppsala Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bir çalışmanın gösterdiği gibi kadınların siyasete katılımı daha düşük bir iç savaş riski, ve daha az zorla kaybetme ve işkence gibi devletin faili olduğu siyasi şiddet olayları ile ilişkilendiriliyor.

Yazarlar, yazının başında isimlerini hatırlattığımız dört siyasetçinin hikayesini kadınların siyasete katıldıklarında yaşayabildiği şiddeti gözler önüne sermek ve kadına karşı tacizin cinsel ya da toplumsal cinsiyet odaklı olduğunu göstermek için anlatıyor. Verdikleri bir örnekte Ruanda’daki 2017 seçimleri sırasında tek kadın başkan adayı olan Diane Rwigara’nın sahte çıplak fotoğraflarının paylaşıldığını hatırlatıyor ve erkek siyasetçilerin daha çok meslekleri ile ilgili tacize maruz kalırken kadın siyasetçilerin daha çok fiziksel görünümleri ya da cinsel taciz ile karşılaştıklarının altını çiziyorlar.

Tacizciler ayrıca kadın politikacıların arkadaşlar ve ailelerini de tehdit ediyor. 2018’de gerçekleşen bir çalışmada, Bradford Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, Birleşik Krallık’taki kadın parlamenterlerin yüzde 62’sinin bu tarz tehdit ile karşılaştığının altını çizdi. Erkeklerde ise bu oran sadece yüzde 6 da kaldı. Yine bir Birleşik Krallık örneğinde, geçen seçimde 7 kadın siyasetçi tecrübe ettikleri tacizden ötürü tekrar aday olmama kararı almıştı. Yazarların da altını çizdiği gibi, bu tarz şiddet kadınların her zaman siyasetten çekilmesine neden olmasa da etkin bir şekilde siyasette var olmasının önüne engeller koyuyor.

Jamille Bigio ve Rachel Vogelstein yazılarının son bölümünde devletlere, uluslararası kurumlara ve teknoloji firmalarına kadına karşı şiddeti durdurmaları için çağrıda bulunuyor. Bu durumu sona erdirmek için yapılan reformların yanında, onların etkili şekilde uygulanması ve şiddetin daha kapsamlı bir takibinin yapılması gerektiğini söylüyorlar.

Foreign Affairs dergisinin internet sayfasında yer alan yazının tamamına bu linkten ulaşabilirsiniz.

Yemen’de Kadın Hakları ve DeGiSen Toplumsal Cinsiyet Rolleri

Suzy Madigan, Care Insights’da yayınlanan makalesinde Yemen’de 2015 yılında başlayan ve günümüze kadar devam eden çatışma sürecinin kadınların sadece güvenlik ve sağlıklarını değil, aynı zamanda güçlenmek için müzakere edebilecekleri siyasi alanları da etkilediğini söylüyor.
Fotoğraf: Yemenli Barış Aktivisti Muna Luqman, Birleşmiş Milletler

Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu

Doğu Akdeniz’deki tehlikeli gelişmeler, küresel pandeminin getirdiği toplumsal cinsiyet bazlı eşitsizlikler, ve kadınların karar alıcı pozisyonlarda olmasına duyulan ihtiyaç kadınların barış gündemini şekillendirmekte.

1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle platformumuzun koordinatörü ve sözcüsü Gülseren Onanç’ın belirttiği gibi kadının eşitlik mücadelesinin aynı zamanda barış mücadelesi olduğunu ve toplumsal cinsiyet eşitliği olmadan barışın olmayacağının altını çizmek istiyoruz.

Akademik araştırmalar ve sahadan gelen aktarımlar kadınların çatışmalardan eşitsiz olarak etkilendiklerini ve çatışmasızlığı ve pozitif bir barışı sağlamaktaki önemini vurguluyor.

CARE International’da Cinsiyet ve Koruma alanında çalışan Suzy Madigan, Care Insights’da yayınlanan Çatışmanın İçinde: Araştırmalar Yemen’de Kadın Hakları ve Değişen Toplumsal Cinsiyet Rolleri Hakkında Neler Gösteriyor isimli makalesinde Yemen’de 2015 yılında başlayan ve günümüze kadar devam eden çatışma sürecinin kadınların sadece güvenlik ve sağlıklarını değil, aynı zamanda güçlenmek için müzakere edebilecekleri siyasi alanları da etkilediğini söylüyor.

Yemen’deki çatışmalarda kadın ve erkeklerin farklı deneyimlerini inceleyen dört raporun çıktılarını tartışan makalenin öne çıkan bölümleri şöyle:

1.Toplumsal cinsiyet normlarının özellikle geçim kaynaklarıyla ilişkili değişimi

Yemen’de, CARE, GenCap ve Oxfam tarafından yapılan bir çalışma 2015 yılından beri çatışmaların tırmanmasından bu yana toplumsal cinsiyet rollerinde ve ilişkilerinde meydana gelen değişiklikleri tespit ediyor. 500’ün üzerinde hanede, odak grupları ve derinlemesine mülakat yöntemleri ile gerçekleşen araştırma,  siyası alanın kapatılması gibi kadın hakları üzerindeki olumsuz etkilerin toplumsal cinsiyet rollerinin daha uzun vadeli dönüşümü için potansiyel fırsatlar sunduğunu belgeliyor.

Lider ve aktivistlerin de yer aldığı görüşmelerin bulgularında kadınlar geleneksel olarak yalnızca erkekler tarafından işgal edilen ve genellikle geçim kaynaklarıyla bağlantılı rollere girdikçe, kadınların ekonomik güçlenmesi yalnızca krizin bir gerekliliği ve sonucu değil, aynı zamanda değişim için bir araç olduğu bulunuyor.  Fakat temel hizmetlerin sağlanamaması ve geçim şansı azaldıkça, kadınlar hem ev içi ve dışında sömürüye ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete karşı daha savunmasız hale geliyor.

2. İnsani müdahaleler ve toplumsal cinsiyet adaleti

Oxfam’ın International Alert ile gerçekleştirdiği  Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Toplumsal Cinsiyet Adaleti Araştırması Yemen ve ötesine bakıldığında, kadına yönelik şiddeti azaltmak için cinsiyet eşitliğine odaklanmanın gerektiğine dikkat çekiyor.

Rapora göre kadınların tam katılımı, sadece müdahaleleri iyileştirmekle kalmayıp, aynı zamanda kırılgan ortamlarda olumlu demokratik sonuçlara yol açtığı görülüyor. Bu yüzden yazarlara göre kadın haklarının statüsü yalnızca krizle bağlantılı olarak değerlendirilmemeli, aynı zamanda krizin insani tepkisiyle birlikte ele alınmalı, insani müdahaleler, toplumsal cinsiyet adaleti için bir fırsat olarak görülmeli ve programların tasarımı ve uygulanması boyunca kadınların anlamlı katılımını sağlamalı.

Taahhütler alkışa değer olsa da eylemler daha çok övgü hak ediyor.  Bu rapor, insani yardım görevlilerinin gerçekten toplumsal cinsiyete ve çatışmaya duyarlı müdahalelere ulaşmaları için, zahmetli olsa da, toplumsal cinsiyet ve çatışma analizleriyle bilgilendirilmeleri gerektiğini gösteriyor.  Burada bağışçılar, bunun için gerekli ek kapasiteyi tanıyarak yardımcı olabilirler.

3. Kadınların her düzeyde katılımını teşvik etmek

Saferworld ve Oxfam  Beklemeyeceğiz: Kadınlar Yemen’de Barış İçin Çabalıyor raporlarında kadınların her düzeyde katılımının altını çiziyor. Yemen’de olduğu gibi, kadınların yerel düzeyde katılımı bir kez tehlikeye atıldığında, ulusal ve uluslararası düzeylerde katılım da tehlikeye giriyor.  Yemen’de  kadınların barış sürecinden dışlanması, onların Yemen’in geleceğini şekillendirmesini engelliyor.

Yazarlar, yerel düzeyde barış inşası ile uğraşanlar da dahil olmak üzere Yemenli kadın örgütleri için daha fazla destek olmadan kadın haklarının ihlalinin daha da sağlamlaştırılacağını savunuyor. Bu nedenle destek, eylemcilerin artan görünürlüğününden ötürü gelen riskleri yönetmek için finansal, politik, diplomatik ve kapsayıcı koruma mekanizmalarını içererek bütüncül olmalı.

4.Kadınların barışa çeşitli katkıları

“Bugünlerde kadınlar her şeyi yapıyor” raporu ise Yemen’de kadınların hem çatışmaya hem de barışın inşasına katılımına ilişkin algı ile gerçeklik arasındaki boşluğun ana hatlarını çiziyor. Kadınlar, Saferworld, CARPO ve YPC’nin bu raporunun gösterildiği gibi homojen bir grup değil. Bazı bölgelerde kadınların barışa kendi katkılarına ilişkin algıları arasında savaşçılara yiyecek sağlamada destek olmak, yaralıları tedavi etmek, silah kaçakçılığı yapmak ve hatta az sayıda vakada silahlanmak yer alıyor.

Polonya’da LGBTİ Bireylere Artan Saldırılar Kıskacında BarıS ve Güvenlik Gündemi

Photo by Markus Spiske on Pexels.com


Polonya’daki süreci ve barış ve güvenlik gündemi ile ilişkisini anlamak için Kadın Barış İnşacıları Küresel Ağı’ndan (GNWP) Agnieszka-Fal Dutra Santos’un “Haklar Olmadan Barış Olmaz: Polonya’da LGBTQ Bireylere Karşı Ayrımcılık Kadın, Barış ve Güvenlik Gündemi (WPS Gündemi) Yükümlülüklerinin Uygulanmasının Önüne Bariyer Koyuyor” isimli yazısını Begüm Zorlu Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu için Türkçeye çevirdi.

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’nin hedef alınmasına karşı protestolar büyürken bir yandan Polonya’da da benzer bir mobilizasyon yaşanmaktaydı. Polonya hükümetinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini açıklamasından sonra binlerce protestocu sokaklara dökülmüş, birçok aktivist gözaltına alınmıştı.


London School of Economics (LSE) bünyesindeki Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nin blog sayfasında yayınlanan bu yazının orjinaline bu linkten erişebilirsiniz. Yazıda verilen atıfları orijinal linkte bulabilirsiniz.

Polonya’da LGBTİ Bireylere Artan Saldırılar Kıskacında Barış ve Güvenlik Gündemi

Agnieszka-Fal Dutra Santos

Polonya’da LGBTQ haklarının gerilemesi

2020 yılının Haziran ayında, başkanlık seçimlerinin ilk turundan sadece birkaç gün önce, sol görüşlü Polonya medyası genç bir eşcinsel birey olan Michał’ın intihar ettiğini bildirdi. Michał’ın ailesinin homofobiye atfettiği ölüm, münferit bir olay olmak yerine daha derin bir akımın parçası. Varşova Üniversitesi Önyargı Araştırma Merkezi’nin, Homofobi Karşıtı Kampanya (KPH), Lambda Varşova Derneği ve Trans-Fuzja Vakfı ile ortaklaşa yürüttüğü bir araştırmaya göre, Polonya’daki LGBTQ bireylerin yaklaşık% 50’sinin intihar düşünceleri barındırıyor. Bu oran genel nüfus içinde % 1.

LGBTQ bireyler nefret ve şiddet dalgasıyla karşı karşıya kalıyor: 2015-2016 yılları arasında en az % 70’i bir tür şiddetle karşılaştı. Ancak homofobik şiddete maruz kalanların% 4’ten azı bunu polise bildirdi. LGBTQ kişilerin ortalama% 14’ü cinsel şiddete maruz kaldı, bu oran aseksüel ve trans kişiler ve biseksüel kadınlar arasında daha da yüksekti (% 20).

LGBTQ bireylere yönelik şiddet, daha geniş olarak azınlıklara yönelik yetersiz yasal koruma, homofobi ve transfobinin artan kurumsallaşması bağlamında gerçekleşiyor. Polonya İnsan Hakları Komiseri ‘ne göre, heteronormatif olmayan kişilerin kamuoyu tarafından kabulü 2019 yılında azaldı. Bu düşüş, Polonya’da 2015 yılından beri artan, “bazı politikacılar ve medya şahsiyetleri tarafından tekrarlanan ve güçlendirilen” nefret söylemi, homofobik, transfobik retorikteki ve göçmenlere, ırksal, etnik azınlıklara, LGBTQ bireylere yönelik nefret söylemindeki artış ile bağlantılı.

Polonya yasaları bu tür saldırılara karşı yeterli koruma sağlamıyor. İnsan Hakları Komiseri, 2019’da, Polonya içtihat hukukunda LGBTQ kişilerin yasal korunmasının “yavaş ilerleme” kaydettiğini belirtti. Ayrıca, bu ilerleme, son politik ve yasama eğilimleri tarafından tersine çevrilmemişse de, zayıflatıldı.

2019 yılının Haziran ayında, uzun bir yasal mücadelenin ardından, Anayasa Mahkemesi, LGBTQ hakları kuruluşuna hizmet vermeyi reddeden matbaa dükkanı vakasında, hizmet verenlerin “sağlam bir nedeni” olmadan hizmet vermemeyi, ve cinsiyet, etnik köken, cinsel yönelim ve kimliğine dayalı ayrımcılığı yasaklayan Polonya Kabahatler Kanunu’nun 138. maddesini anayasaya aykırı buldu. Buna ek olarak, Polonya belediyeleri, 2019 yılının başından bu yana, kendilerini “cinsiyet ve LGBT ideolojisinden arınmış bölgeler” olarak deklare eden kararları hayata geçirdi. Haziran 2020 itibariyle, Polonya’daki 104 şehir, belediye ve voyvodalık (en büyük idari bölüm) bu tür kararları kabul etti. Böylece, Polonya’nın yaklaşık% 30’unu “LGBT’siz bölge” haline getirdi. Bu kararlar, LGBTQ haklarını geliştirmeyi hedefleyen herhangi bir eyleme karşı çıkmayı vadetti ve yerel konseyleri, ulusal parlamentoyu ve hükümeti “eşcinsel yapıdaki örgütlerin finansmanının kaynaklarını ve yöntemlerini kontrol etmeye” çağırdı.

2020 yılının Temmuz ayında, bu kararlardan ikisi, LGBTQ hakları örgütlerinin yaptığı bir kampanya ve Polonya İnsan Hakları Komiseri’nin müdahalesi sonrasında iptal edildi. Fakat, Polonya Cumhurbaşkanı tarafından imzalanan “Aile Şartı’nda” da açıkça görüldüğü gibi Polonya’da LGBTQ haklarının korunmasında tehlikeli bir eğilimi temsil ediyorlar. “Aile Şartı” eşcinsel evliliğe, çocukların eşcinsel çiftler tarafından evlat edinilmesine karşı çıkma taahhüdünü içeriyor ve “LGBT ideolojisinin kamu kurumlarında teşvik edilmesini” yasaklıyor.

Polonya’daki homofobi ve transfobi, cinsiyet eşitliğine karşı daha geniş bir hareket bağlamında da konumlandırılabiliyor ve bu da kadın haklarının tehdit altında olduğu bir ortam yaratıyor. Ülkedeki homofobik ve transfobik yasaların çoğalması, kadın hakları ve cinsiyet eşitliğine zarar veren diğer yasal ve politika değişiklikleri ile birlikte gerçekleşti. Bu endişe verici gelişmeler – Polonya’nın kürtaj yasasını (halihazırda Avrupa’daki en muhafazakar yasalar arasında) daha da sıkılaştırma girişimleri, ya da kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve mücadele eden İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı– LGBTQ haklarına karşı kampanya gerçekleştiren aynı aşırı sağ gruplar tarafından yürütüldü.

Homofobinin kurumsallaşması ve Polonya’nın Kadın, Barış ve Güvenlik (WPS) Yükümlülükleri

Polonya’da homofobi ve transfobinin kurumsallaşması Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin uygulanması bağlamında ne ifade ediyor?

Polonya, Kadın, Barış ve Güvenlik ile ilgili, 2018-2021 dönemi için ilk Ulusal Eylem Planını (UEP) 2018’de kabul etti. UEP, bölgedekilerin çoğu gibi, öncelikle kadınların silahlı kuvvetlere katılımına ve Polonya’nın dış politikasına odaklanıyor. Dört ana dayanaktan oluşuyor:

  1. Kadınların çatışmanın önlenmesi ve barışın korunmasına anlamlı katılımı;
  2. Polonya insani yardım ve kalkınma yardımı yoluyla Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin uygulanması;
  3. Çatışmalara bağlı cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet mağdurlarının korunması ve desteklenmesi; ve
  4. Polonya’da ve uluslararası işbirliği yoluyla Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin teşvik edilmesi ve geliştirilmesi.

UEP, LGBTQ topluluğundan veya haklarından doğrudan bahsetmiyor. Öte yandan, UEP’deki ana hedef gruplar –kadınlar ve çatışmalara bağlı cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet mağdurları- lezbiyen, biseksüel ve trans kadınları kapsayabilir. Bununla birlikte, LGBTQ kişilere yönelik nefret söyleminin ve şiddetin artan yaygınlığı, meşrulaştırılması ve kurumsallaşması, dört temelin da anlamlı bir şekilde uygulanmasını engelleyen bir ayrımcılık iklimi yaratmaktadır.

Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin destekçileri ve yürütücüleri arasında, taahhütlerin uygulanmasının daha geniş bir ayrımcılık yapmama ilkesine dayandırılması ihtiyacına dair artan bir kabul var. Başka bir yerde tartıştığım gibi, Kadın, Barış ve Güvenlik hedefleri – hem dış yardım ve politikaya, hem de iç meselelere odaklanan- ancak yapısal cinsiyet eşitsizlikleriyle mücadele edilirse gerçekleştirilebilir. Bu nedenle kararlar, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) tarafından belirlenen daha geniş normatif çerçeve bağlamında yorumlanmalıdır.

CEDAW Komitesi, 28 numaralı Genel Tavsiye Kararında, “kadınların cinsiyet ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığa maruz kalmasının ırk, etnik köken, din ya da inanç, sağlık, sosyal statü, yaş, sınıf, kast ve cinsel yönelim ile cinsel kimlik gibi kadınları etkileyen diğer faktörlerle de ayrılmaz bir şekilde bağlantılı” olduğunu kabul etti ve taraf devletlere “bu tür kesişen ayrımcılık biçimlerini ve bunların ilgili kadınlar üzerindeki olumsuz etkilerini yasal olarak tanımaları ve yasaklamaları” çağrısında bulundu. Bu bağlamda, LGBTQ topluluğuna yönelik ayrımcılığın ele alınması, Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin uygulanması için zorunlu hale gelmiş durumda.

Birinci Dayanak: Katılım

Polonya’nın Ulusal Eylem Planı, kadınların anlamlı katılımını gerçekleştirmek için daha geniş kapsamlı bir ayrımcılık yapmama ilkesinin önemini bir dereceye kadar kabul etmektedir.

Birinci dayanak altındaki hedeflerden biri, “eşit muamele politikalarının (ayrımcılık karşıtı) uygulanmasını amaçlayan bir yasal çerçeve ve uygulamalar” oluşturmak ve uygulamaktır. Bu hedefteki ilerleme, cinsel yönelim ve cinsiyet kimlikleri gibi kadınlara karşı diğer ayrımcılık türlerini ele alma yükümlülüğünü içeren “CEDAW’ın uygulanmasında Polonya kurumları tarafından kaydedilen ilerleme” olarak tanımlanmaktadır.

Bunu teyit eden CEDAW Komitesi, Kasım 2014’te Polonya’nın birleşik yedinci ve sekizinci periyodik raporlarına ilişkin Sonuç Gözlemlerinde, “Roman, lezbiyen, biseksüel, transseksüel, interseks ve engelli kadınlara karşı olumsuz klişelere karşı koyma önlemlerinin eğer varsa bile sınırlı etkililiğine” dikkat çekti. Polonya’nın İnsan Hakları Komiseri’nin raporlarının da kanıtladığı gibi, son gelişmeler durumu iyileştirmekten çok daha da kötüleştirdi. Ayrımcılık iklimi, lezbiyen, biseksüel ve trans kadınların barış ve güvenliği içeren karar alma süreçlerine ve Polonya’nın güvenlik güçlerine katılma imkanlarını da, nefret söylemi veya şiddet riski barındırdığı için engelleyebiliyor. Bu, UEP’nin “kadınların çatışmayı önleme ve barışı korumaya anlamlı katılımı” konusundaki ilk dayanağı altındaki temel hedeflerin uygulanmasına mâni oluyor.

İkinci Dayanak: İnsani Yardım ve Kalkınma Yardımı

UEP’nin ikinci dayanağı, Polonya’nın insani yardım ve kalkınma yardımı yoluyla WPS gündemini uygulamayı amaçlamaktadır. Bu, diğer şeylerin yanı sıra, çatışmaya bağlı cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet mağdurlarına yönelik destek ve koruma yoluyla sağlanacaktır.

Çatışma durumlarında, “homofobik önyargının, genellikle erkeklerin cinsel şiddeti hedeflemesinin bir açıklaması olarak gösterildiğinden” ötürü , homofobik politikalar ve uygulamalar, Polonya’nın bu tür şiddeti etkili bir şekilde önleyebilmesini, tepki gösterebilmesini ve böylece UEP’nin ikinci dayanağının gerçekleşmesini engelleyebilir.

Üçüncü Dayanak: Kurtulanları Desteklemek

Ulusal Eylem Planı bir yandan da, “Polonya’ya uluslararası koruma için başvuran çatışmayla bağlantılı cinsel şiddet mağdurlarına destek vermeyi” de amaçlamaktadır.

Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli haklı gerekçelere dayanan adli takibat korkusu, Polonya’da sığınma hakkı elde etmek için yeterli bir temel olabilir. Diğer taraftan, uygulamada “cinsel yönelimlerine ve cinsiyet kimliğine dayalı olarak uluslararası koruma için meşru iddialarda bulunan yabancıların reddedilmesi ve sınır dışı edilmesi” vakaları gerçekleşmiştir. Ayrıca, LGBTQ sığınmacılara karşı şiddeti önleyecek herhangi bir önlem yoktur. Bu nedenle, Polonya’da uluslararası koruma için başvuran, çatışmaya bağlı cinsel şiddetten kurtulan LGBTQ mağdurlarının yeterli destek almaları pek mümkün değildir ve Polonya’da bir kez daha başka ihlallerin hedefi haline gelebilirler.

Dördüncü Dayanak: Uluslararası Dayanışma

Son olarak, UEP ayrıca Polonya’nın “uluslararası forumlarda çatışmayla ilişkili cinsel şiddet eylemlerinde faillerin etkinliğini artırmak ve hesap verebilirliğini artırmak için çabalamasını” taahhüt etmektedir. Polonya’nın söylemi ve uluslararası forumlara katkıları, yükselen kurumsallaşmış homofobi de dahil olmak üzere, ülkedeki siyasi iklimle de renkleniyor. Bu, ülkenin cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetten hesap verebilirliği sağlamaya yönelik etkili bir şekilde çalışma yeteneğini zayıflatıyor. .

Ekim 2019’da, Avrupa Parlamentosu’nun Polonya Üyeleri, Uganda’daki LGBTQ kişilere yönelik baskıları kınayan bir karar üzerinde çekimser kaldı. Karar, Uganda’daki eşcinsel kişilere yönelik ölüm cezası ve çatışmayla bağlantılı cinsel şiddet eylemleri dahil olmak üzere, devletin zorunlu kıldığı zulme odaklanıyordu. Bu endişe verici karar ülkedeki homofobinin Polonya’nın dış politikasına sızdığına ve dolayısıyla onun dış politikasına ve Kadın, Barış, Güvenlik taahhütlerini yerine getirme yeteneğine zarar verdiğine işaret etmektedir.

WPS kararları kapsamındaki yükümlülüklerini etkin bir şekilde yerine getirmek için Polonya, LGBTQ vatandaşlarına etkili koruma sağlamalıdır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1325 sayılı Kararının 20. Yıldönümüne yaklaşırken, WPS topluluğu homofobi ve transfobinin, gündemin uygulanmasındaki etkileri konusunda sessiz kalmamalıdır. Tersine, kadınlar, barış, güvenlik ile ilgili konuşmayı genişletmek için bu fırsatı değerlendirmeliyiz. Bu, “varsayılan cinsiyet temelli olarak iki kategoriyi içeren dar bir odaktan, ikili varsayımı çürüten feminist bir proje olarak cinsiyete daha geniş bir odaklanan bir kategoriye geçmek” anlamına gelir.

Bu aynı zamanda, yerel politikaların – ve özellikle azınlıklara yönelik davranış biçimlerinin – Kadın, Barış, Güvenlik yükümlülükleri üzerinde – Polonya’da ve başka yerlerde – derin bir etkiye sahip olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Barış, savaş yokluğundan daha fazlasıdır – kapsayıcı kurumlar, adalete erişim ve herkes için güvenlik gerektirir. Çatışmayı önlemek ve Kadın, Barış, Güvenlik gündeminin temel amacı olan cinsiyete duyarlı bir barış için çalışmak, çatışma ve güvensizliğin daha derin, yapısal kaynaklarının ele alınmasını gerekli kılar. Bu, en önemlisi, marjinalleştirme, ayrımcılık ve LGBTQ kişilere yönelik şiddeti içerir.

Populism and Femicide in Turkey

Photo by Begüm Zorlu

by Balki Begumhan Bayhan & Begüm Zorlu

Pınar Gültekin, a 27-year-old student murdered by her ex-partner in July, whose death began the #ChallengeAccepted movement on Instagram. Source: Ahval/Facebook

On 21 July 2020, 27-year old university student Pınar Gültekin was murdered by her ex-boyfriend, becoming another victim of Turkey’s wave of femicides. Gültekin was declared missing for six days before she was found dead, strangled to death for refusing to reconcile with her former partner.

The news of Gültekin’s murder sparked protests across the country, with women taking to the streets in more than ten cities. The largest demonstrations took place across various neighbourhoods of Istanbul, gathering thousands of people. Smaller-scale protests also took place in less-populous Turkish cities including İzmir, Edirne, Mersin and Malatya.

On more than one occasion, women protesting gender-based violence were met with violence themselves. In İzmir, police officers brutally intervened in the protest and several women were beaten. Videos from the event captured scenes of women being manhandled and dragged away by police officers. 12 were taken into custody, although they were later released.

Women in Turkey have also taken to social media to protest femicides and express support for the Istanbul Convention – an international treaty on preventing violence against women – from which the Turkish government has expressed its intention to withdraw. The social media movement has involved women sharing photos of themselves in black and white on Instagram or Twitter under the hashtags ‘#ChallengeAccepted’ and ‘#IstanbulSozlesmesiYasatir’ (the Istanbul Convention Keeps Women Alive). Although it first started to trend in Turkey after Gültekin’s murder, this movement has now spread outside the country. Millions of women have participated in this social media movement – including high-profile celebrities such as Jessica Biel and Christina Aguilera.

Since the news of the murder of Gültekin, 11 women – Bahar Özcan, Seher Fak, Mücella Demir, Süheyla Yılmaz, Derya Aslan, Emine Yanıkoğlu, Döndü and Beyza Kandur, Gönül Gökçe, Sümmeye Ateş, Şule Bilgin and an unnamed 4-year-old girl – have met a similar fate. These tragic murders are, unfortunately, in no way isolated incidents. They form part of a larger pattern that has been emerging in Turkey under the country’s increasingly authoritarian Justice and Development Party (AKP) government.

Populism Meets Anti-Gender Discourse

Under the AKP, the number of women killed by men has increased rapidly. Since 2010, more than 3,000 women have been murdered as a result of male violence, with the figure more than doubling over the years. The vast majority of these women were killed for making decisions about their own lives – breaking up with a partner or rejecting men’s advances.

The increasing rate of femicide in Turkey. Source: We Will Stop Femicide Platform

Turkey’s recent controversy around the withdrawal from the Istanbul Convention can be interpreted as a manifestation of the broader anti-gender discourse of many right-wing populist parties. Similarly, Poland’s conservative Law and Justice Party government has also been attacking the Convention, framing it as a menace to the family structure – with some of its officials arguing that it promotes ‘gay ideology.’ The debate around Turkey’s possible withdrawal began after President Recep Tayyip Erdoğan, in typical populist fashion, stated that ‘if the people want us to leave it, we’ll leave it.’ The arguments for leaving the Convention have been similar to those in Poland. In both cases they are built upon decades-old anti-feminist discourses, with advocates of withdrawal claiming that it ‘empowers LGBT+ groups’ and ‘destroys families.’

As part of the AKP’s polarising strategies against political opposition, the party’s officials have vocally criticised forms of womanhood that do not fit into the roles envisaged by their conservative understanding of the family structure. With increasing emphasis on women’s traditional roles, in 2011 the Ministry of Women and Family Affairs was rebranded to remove reference to women, becoming the Ministry of Family and Social Policies. In the past, AKP officials and Erdoğan himself have repeatedly made discriminatory statements against women. For instance, the president has been quoted saying that ‘women are not equal to men’ and called for women to have ‘at least three children.’

The Way Forward

The government’s attempt to turn the Istanbul Convention into a wedge issue has backfired. There is no clear segment of society against it, and according to an opinion poll by Turkey Report only 8.8 percent of the population want to withdraw, and 51.7 percent are not even aware of its contents.

While the number of femicides has steadily increased, the Turkish government has failed to implement measures to protect women or introduce any reforms to tackle gender inequality. According to the Judicial Records statistics in 2019, most of the complaints made by women of sexual and physical violence do not result in a prosecution. This year, Turkey ranked 130th out of 153 countries in the World Economic Forum’s Global Gender Gap Index. Women’s rights activists are outraged by the deteriorating situation that is worsened by the proposal to withdraw from the treaty, with many arguing that it was never properly implemented in the first place.

Mobilised by outrage and solidarity, the women’s movement has made its presence felt in the mainstream of Turkish society, through both vocal social media campaigns and a tangible presence in the streets through mass protests. Gülseren Onanç – who served as the vice president of the Republican People’s Party (CHP) and the founder of the Equality, Justice and Women Platform – has told the authors that she is administrating a new project called ‘the Voice of Women,’ which aims to empower women on social media. She, like many feminist activists in Turkey, believes that effective use of social media is crucial to create awareness of, and action on, women’s rights and equality demands.

Tensions rising in the Mediterranean: The interplay of domestic and foreign policy in Turkey

Photo by Pixabay on Pexels.com

The dangerous escalation in the Eastern Mediterranean, stemming from the disagreement over territory in the waters of the Aegean and Mediterranean, has increasingly been on the radar of scholars in Greece and Turkey, as well as international observers. The recent war of words, threats, and increased levels of military mobilization by Athens and Ankara has created fears of an armed encounter. Even though NATO has recently announced that the actors will “establish mechanisms for military deconfliction”, at the time of writing Greece rejected the cooperation.

How did it come to this? The current tensions can be said to be triggered by the recent alignment between Greece, Cyprus, Israel which indicated their willingness to cooperate on exploiting natural resources in the eastern Mediterranean. Regional cooperation resulted in the establishment of Eastern Mediterranean Gas Forum last year which also included Italy, Egypt, Jordan, and the Palestinian Authority.

The exclusion of Turkey from this alignment resulted in the government of Recep Tayyip Erdoğan beginning to carry out its search for natural resources in waters where jurisdiction is contested. Confrontation intensified in November 2019, when Turkey signed a controversial maritime accord with Libya’s government which was viewed illegal by Greece. In February, even when Turkey’s insistence on continuing its drilling activities resulted in minor sanctions from the EU, Turkey did not back down. Greece and Egypt recently concluded a bilateral demarcation treaty of their maritime territories in the eastern Mediterranean which infuriated Turkey.

The tensions between Greece and Turkey were intensifying outside the Mediterranean as well. In March, Turkey opened its borders and threatened to effectively end its refugee deal with Europe by allowing refugees to enter into the European Union. Next, the transition of Hagia Sophia, a former Byzantine church and later Ottoman mosque, which had been turned into a secular museum in the early years of the Republic of Turkey, back to a mosque, was perceived as a provocation by Greece. In a recent statement, the foreign minister of Greece, Nikos Dendias, also accused Erdoğan of attempting to “implement expansionist aims.”

Populist foreign policy

It is important to underline that Turkey’s disagreement over its share of natural resources is not new. Even though natural resources were discovered in the region years ago, and Turkey has been opposing the agreements that the other parties have signed for more than ten years, the current tension demonstrates that the territorial control of the waters is not the only prime reason of the current contention. What marks this novel tension is Turkey’s increasing isolation in the regional and international arena, confrontational and threatening tone in the foreign policy along with increasing authoritarianism at home.

Even though Turkey is following a confrontational and interventionist foreign policy, mainly manifested in Turkey’s intervention in Syria and Libya, Turkish elites, and primarily Erdoğan, utilise an injustice frame to explain their international position, especially in the case of the eastern Mediterranean.  

Under a populist foreign policy, similarly to its domestic policies at home, the Justice and Development Party (AKP) has tried to forge a common identity by constructing a foreign “other”. The populist foreign policy has been concurrent with changes in political institutions which led to the domination of the president and his populism both at home and at the international level. Labelling rivals as “others” is a strategy that is frequently deployed by the ruling elites in domestic politics, since all those who challenge the government can be presented as being associated with this foreign “other” and hence be de-legitimised. This populist rhetoric in foreign policy also makes it harder to handle technical issues which also feeds into the conflict escalating tone and is an obstacle to nuanced diplomacy.

Erdoğan’s populist foreign policy is shaped by and shapes domestic politics in Turkey. Last year, hundreds were arrested in a crackdown on critics of the military offensive in Syria, called Operation Peace Spring by the Ankara. This demonstrates that those who advocate a counter-narrative to the government’s aggressive foreign policy actions risk being framed as a traitor and face imprisonment.

In this crisis, except for the Peoples’ Democratic Party (HDP), the political opposition seems to pile behind the government. There are no clear proposals for peacefully resolving Turkey’s international quarrels from the political parties with few exceptions as they are following the agenda set by the incumbent. The statements made by the nationalist opposition Good Party (İYİ Parti) even provokes further escalation as one official from the party stated: “if any threats are made to the Turkish military, whoever makes these threats must and will receive a harsher response”, thereby maintaining a militarist tone.

Throughout this crisis, although the main opposition, the Republican People’s Party (CHP) claims to be a part of the social-democratic left tradition in Turkey, the party has failed to live up to the legacy of İsmail Cem who was Turkey’s foreign minister under the similarly aligned Democratic Left Party (DSP) in the 1990s. Cem, a successful diplomat, was able to disentangle domestic and international rhetoric, thereby ultimately establishing good personal relations with his Greek counterpart, George Papandreou.

Today the CHP is divided in its attitude. The spokesperson for the CHP has expressed support for the government’s policy by underlining that Turkey “should not take a step back” even though he acknowledges the need for a diplomatic resolution. Another CHP MP has underlined for example that “Turkey is a great state and will not comply as it did not in history.” However, there are other voices from the CHP like the Deputy Chairman Ünal Çeviköz who has been calling for the prioritisation of a peaceful resolution and provides diplomatic analysis on the framework. Çeviköz’s vision seems to be mirrored by the leader of CHP, Kılıçdaroğlu’s recent address in which he promoted a peaceful resolution by stating “both of our peoples do not want war.”

It is important to underline that Cem and Papandreou’s ability to put in place mechanisms that averted a conflict between the two states in the 1990s also demonstrate that under Turkey’s populist foreign policy, there is no room for diplomats that could act similarly. However, instead of following an approach dedicated to conflict resolution, the political opposition is not capable of making solutions heard and from time to time supports the incumbent in its confrontational tone.

Way ahead

Many of the analyses seem to forget that the global pandemic and the climate crisis is continuing and that there is a need for further cooperation rather than animosity between states. Accounts of energy or power politics also miss the environmental consequences of the quest to acquire natural resources. The utilisation of refugees as bargaining chips, the increasing militarisation in the public sphere are also perilous in the way ahead. 

In a time where such tensions are rising, international and regional assistance is needed more than ever to maintain the channels of dialogue that can prevent armed escalation. There also seems to be no consensus from the European actors on how to respond, as France is utilising a more assertive position against Turkey, with military backing and a continuous call for sanctions, while Germany’s approach involves bringing actors together. Time will show what will happen.

This article was published at Political Studies Association Blog.