Category Archives: Academia

Çeviri: Savunmasızların Savunusu

Uluslararası Hukuk dergisi Opinio Juris’de yayınlanan makalede, akademisyen Alonso Gurmendi, İsrail-Filistin çatışmasındaki “sivil” kavramının farklı gruplar tarafından ele alınma biçimini analiz ederek, savunmasız bireylerin öldürülmesine karşı bir norm olarak işlev görebileceğini savunuyor.

Alonso Gurmendi’nin* Savunmasızların Savunusu başlıklı makalesi 20 Ekim’de Opinio Juris’te yayınlanmış ve Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu için kısaltılarak çevrilmiştir.

7 Ekim’de Hamas militanları Gazze çevresindeki güvenlik çitlerini kırdı, askeri kontrol noktalarını ele geçirdi ve çok sayıda İsrailli sivili öldürmek ve/veya kaçırmak amacıyla güney İsrail’e sızdı. Buna karşılık İsrail hükümeti Gazze’yi kuşatma altına aldı, yerel halka yiyecek, su ve elektrik tedarikini kısıtladı, kitlesel olarak sınır dışı etme tehditleri oluşturdu ve şehirlerinin tamamen yok edilmesi ile ilgili insana aykırı ifadeler kullandı.

Yetkililer, İsrail’in “insan hayvanlarla” savaştığı için Gazze’nin bir “çadır şehri” haline geleceğini ve “yerle bir edileceğini” söylüyor. Bu dil göz önüne alındığında, insani ve akademik alanda çalışanlar Gazze’de potansiyel bir soykırım konusunda uyarıda bulundu.

Çoğu kişi, bu muazzam ve vahim can kaybından duyduğu üzüntüyü dile getirirken, bu felaketi anlamamız açısından sivil kavramını hedef aldı. Bu makalede, sivil yaşamın korunmasının önemini vurgulamak amacıyla bu görüşlere eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmayı ve özellikle savunmasız ve kırılgan bireylerin öldürülmesine karşı bir normun savunulmasını hedefliyorum.

Bu, sadece tek bir “taraf” ile sınırlı olan bir sorun değil. Öne çıkan bazı örnekleri adlandırmak gerekirse, Hamas’ın saldırısının hemen ardından, akademide bazı sesler “Filistin topraklarını işgal etmenin sivil terimini doğru bir şekilde yansıttığını düşünmediklerini iddia ettiler.” Ancak günler geçtikçe, bu görüşler giderek, Filistinli sivillerin var olmadığı yönündeki görüşler tarafından bastırıldı.

Örneğin, Gazze’yi kuşatmanın bir parçası olarak İsrail’in elektrik desteği kesilmesi gereken “kuvözdeki bebeklerin” akıbeti hakkında sorulduğunda, eski bir İsrail Başbakanı öfkeyle: “Gerçekten de bana Filistinli siviller hakkında sürekli sorular mı soracaksınız? Sizin sorununuz ne? (…) Ben düşmanlarıma elektrik veya su vermek zorunda değilim” açıklamasında bulundu. Benzer şekilde, Gazze halkının refahı sorulduğunda, bir İsrail Bakanı “Gazze umurumda değil” dedi ve daha sonra Gazze’nin sakinlerini “denize kaçmaya davet edildiklerini” belirtti. Aynı şekilde, İsrail’in Başkanı “[Hamas ile] ilgisi olmayan, bilinçsiz siviller” retoriğinin doğru olmadığını ifade etti. Bu aynı ima, bazı akademisyenler tarafından da tekrarlandı.

Bu yazıda, “sivil” kavramının bu olaylar bağlamında geçerliliğini veya uygulanabilirliğini reddeden görüşlere karşı çıkmak istiyorum.”Sivil” kavramı, tüm sınırlamalarına rağmen, savunmasız ve kırılgan bireylerin lüzumsuz yere öldürülmesine karşı bir norm işlevi görüyor. Bu nedenle bu kavramı terk etmek yerine koruma ve geliştirmemiz gerektiğini savunuyorum.

Tartışmamı üç ana noktaya odaklayacağım: İlk olarak, savunmasız ve kırılgan kişilerin lüzumsuz yere öldürülmesine karşı bir kuralın var olduğunu (veya olması gerektiğini) göstereceğim. İkinci olarak, ulusal kurtuluş savaşında bu normun terk edilmesi gerektiği fikrine karşı çıkacağım. Üçüncü olarak, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Hamas’ın suç ortağı olduğu için Filistinli sivilleri öldürebileceği yönündeki iddialarını da benzer şekilde eleştireceğim. Son olarak sözü edilen etik veya yasa dışı eylemleri kimin durdurma yetkisine sahip olduğu şeklindeki daha geçerli soruya kaydırarak yazıyı sonlandıracağım.

Ayrıca bu yazının neyle ilgili olmadığını da açıklamam gerekiyor. Bu yazı sömürgeciliğe şiddetle direnme hakkının olmadığını savunmuyor. Aynı zamanda Filistin’in durumunu İsrail’in durumuyla eşitlemek anlamına da gelmiyor. Bu yazının içerdiklerini araştırılırken, Filistinlilerin sivil statüsünü göz ardı eden açıklamaların, İsraillilerin sivil statüsünü göz ardı eden ifadelerden daha yaygın olduğu ortaya çıktı. Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkı ve İsrail’in, Gazze ve Batı Şeria’ya yönelik onlarca yıldır süren ablukayı/işgalini sona erdirme yükümlülüğü de dahil olmak üzere, uluslararası insani hukuka uyma konusunda yasal bir yükümlülüğü var.

Sivil Kavramına Bakış

Basitçe söylemek gerekirse, “sivil” kategorisini herkesin saygı göstermesi gereken nesnel, siyasi olarak tarafsız ve zorunlu bir standart olarak tanımlamak verimli olmayacaktır. Helen M. Kinsella tarafından ayrıntılı bir şekilde gösterildiği gibi, modern savaş hukukunun kimin sivil kimin savaşçı olduğuna karar verdiği süreç tarafsız değildir. Bu ayrım, medeniyet, masumiyet ve cinsiyetle ilgili karmaşık ve çelişkili söylemlerin ve modern “insani” hukukun temel belgelerini şekillendiren tarihine dayanır. Aslında, bu söylemler olmasaydı, kavramın II. Dünya Savaşı dehşetlerinin ardından sonsuza dek kaybolmuş olabileceği bir gerçektir.

Bu temeller üzerine inşa edilen “sivil” kavramı, bu nedenle tamamen Avrupalı merkezli ve ırkçı “medeni” ve “vahşi” ayrımından ayrılamaz. Bir bakıma, bu kavramın doğal evrimidir. 19. yüzyılın “muharip olmayan” veya “vatandaş” kavramı iki özel varsayıma dayanır: “birincisi, işgalci yönetim karşısında pasiflik; ikincisi, çatışmaya katılmama”.

Böylece [sadece] düzenli silahlı kuvvetlere üye olarak askere alınanların statüleri yasal olarak değişecek ve düşman tarafından ele geçirilmeleri halinde savaş esiri olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı” (s. 57). Bu, elbette, “medeni olmayan”, “ahlaki olmayan” şekillerde hareket eden isyancı vatandaşları, yani yerli halkı, kadın aktivistleri, partizanları ve siyasi mahkumları her türlü uluslararası korumanın dışında tutuyordu.

Bu nedenle, 1949 Cenevre Konferansı’nda İngiliz temsilcinin açıkladığı gibi, Siviller Sözleşmesi’nin tüm tasarımı savaş mağduru sivillerin korunması üzerindeydi. Bu, savaş kurallarına uymayan, gayri-meşru silah taşıyıcılarının korunması anlamına gelmiyordu. Müzakere sürecinin merkezindeki bu endişe, Boyd van Dijk’in “insan hakları düşüncesini” destekleyenler (örneğin Kızıl Haç) ile stratejik çıkarlarını korumayı amaçlayan devletler arasındaki çatışmayı belirledi. Bu önde gelen tasarıcıların “başlangıçta insan hakları düşüncesini benimsedikleri, ancak sonunda Sözleşme metni içinde bu düşünceyi ve prensiplerini dahil etmeyi reddettikleri” anlamına geliyordu (s. 55).

Kinsella’nın belirttiği gibi, “IV Sözleşme’de tanımlanan sivil koruma, ilkel, yetersiz ve biraz soyut bir doğaya sahipti (…) sadece düşmana karşı keyfi eylemlerden korumayı genişletirken, askeri operasyonların tehlikelerinden korumayı genişletmiyordu”. Sivillere, vicdana ve insanlığa karşı ortak bir sorumluluk duyulması veya en azından ikaz barındırmasına izin verilmedi.” (s. 118).

“Sivil”, bu nedenle problemli bir kategori olarak görülebilir. Rasyonelleştirilmiş tarihsel kökenlerden ortaya çıkar ve ABD ve İngiltere’nin uluslararası insancıl hukuku, stratejik askeri çıkarlarını koruyarak çok fazla insanı – veya özellikle uygun olmayan insanları – korumaktan engellemeye çalışmalarının bir ürünüdür. Ve yine de, savaş zamanında savunmasız ve kırılgan olanlar için (ne kadar eksik olursa olsun) en uygun yasal kavramdır. Seth Lazar’ın dediği gibi, “savunmasızlara saldırmak sömürücüdür, risklidir ve zayıfları koruma görevini ihlal eder; savunmasızlara saldırmak onları kontrol edenler aracılığıyla doğrudan, başkalarıyla birlikte veya dolaylı olarak haksız tehditler oluşturur.” Bu nedenle Haque’u takip edersek, “siviller, öldürülmeme veya ciddi şekilde zarar görmeme temel hakkı olan insanlardır. Bu haklarını yalnızca doğrudan, diğerleri aracılığıyla dolaylı olarak veya etkin bir şekilde kontrol ettikleri kişiler aracılığıyla haksız tehditler oluşturarak kaybederler.”

Filistin-İsrail Bağlamında “Sivil” Kategorisini Düşünmek

Yukarıda görüldüğü gibi, bazıları sömürgecilik karşıtı kurtuluş bağlamında böyle bir norma güçlü bir şekilde karşı çıkıyor. Bu görüş, bu tür mücadelelerde, Hamas’ın gerçekleştirdiği saldırılara benzer saldırılar dahil, mümkün olan her yola başvurulabileceğini savunuyor. Bu bağlamda Hamas’ın saldırısı sömürgeleştirilmiş bir halkın, zalimlere karşı kanlı ve kararlı bir mücadelesi içindeki eylemler olarak görülüyor. İşte bu bağlamda İsrailli siviller önemsiz görülerek önemsenmiyor.

Bu düşünce, anti-kolonyal akademisyen Frantz Fanon’un fikirleriyle güçlü bir şekilde yankılanıyor. Fakat Fanon’u savunmasız ve kırılgan bireylere karşı tamamen rastgele ve kontrolsüz şiddeti haklı çıkaran biri olarak okumak, benim görüşüme göre yanlış bir okuma olur. Aslında, bazıları çalışmasını tartışmalı bir şekilde “şiddetin eleştirisi” olarak tanımlamışlardır. Fanon asla şiddeti maliyetsiz veya hatta doğal olarak olumlu bir şekilde tanımlamaz. Fanon’a göre şiddet özgürleştirici ve kathartik olabilir, ancak aynı zamanda sömürgecilerin taşıması gereken ağır bir yüktür; kontrol altında tutulmazsa anti-kolonyal mücadelelere zarar verebilecek bir yüktür. Fanon’un amacı sadece sömürgeciyi yok etmek değil, özgürlükten sonra “yeni bir insanlık” yaratmaktır. Ve Fanon’un şiddet konusundaki görüşleri bu terimlerde sorgulanmalıdır.

Fanoncu perspektif öne sürülen tek argümanlardan değil. Bazıları ise sivilleri öldürme hakkının Hamas’ta değil İsrail’de olduğunu savunuyor. Bunların çoğu Filistinli sivillerin ya etik açıdan önemsiz olduğu ya da Hamas’ın suç ortağı olduğu fikrine dayanıyor. Bir sivilin yaşam hakkının kapsamını belirlemenin temeli olarak bir davaya suç ortaklığı veya katkıda bulunma fikri, Revizyonist Adil Savaş Teorisi (Just War Theory) akademisyenleri tarafından incelenen ana konulardan biri. Haque, adil bir savaşta, “doğrudan düşmanlıklara katılmayan birçok sivilin, siyasi, maddi, stratejik ve etik olarak öldürülmeme haklarını yitirdiklerini, kasıtlı veya dolaylı biçimde öldürmeye yatkın olduklarını” iddia ediliyor. (s. 258).

Örneğin Jeff McMahan şunu ileri sürmüştü: “Hiroşima’daki birçok sivil, Japonya’nın yenilgisini ahlaki bir zorunluluk haline getiren haksız saldırganlık eylemlerinden dolayı daha fazla sorumluluk taşıyordu. Sonuç olarak, kendi kültürlerinin inanç ve değerlerini ifade eden ve onların desteğiyle hareket eden onların hükümetiydi” (s. 228). Bu nedenle, onun görüşüne göre, eğer bombanın tek alternatifi, “Japon saldırganlığı nedeniyle barışçıl yaşamlarından koparılan” çok sayıda ABD askerinin öleceği bir kara saldırısı başlatmaksa, o zaman Hiroşima sakinlerinin öldürülmesinde etik bir sorun yoktu.

Fakat, Gazze’deki tüm Filistinlilerin Hamas’la iş birliği içinde olduğu görüşü elbette saçma ve tamamıyla çürütülmüş durumda; yalnızca ima ettiği bariz ırkçı genelleme nedeniyle değil, aynı zamanda Gazze nüfusunun yarısının 18 yaşın altında olduğu gerçeği nedeniyle. Fakat, tartışma adına, hepsinin McMahan’ın terimleriyle “sivillere katkıda bulunduğunu” varsaysak bile, benim görüşüme göre, savunmasız bireyleri koruma yönündeki kategorik norm hala geçerli olacaktır. Çünkü onlar kimseye tehdit oluşturmayan soyut ve dolaylı etkilere atıfta bulunarak yaşam haklarını kaybedemezler.

Yani ne insanlar ne de devletler siyasetleri yüzünden insanları öldüremez!

Sonuç

Şimdiye kadar savunmasız bireylerin öldürülmesine karşı bir norm olduğu ve bu normun Fanon’un ve McMahan’ın argümanlarıyla bozulamayacağını nedenleriyle anlattım. Aynı zamanda ne Fanon’un ne de McMahan’ın teorilerinin, mevcut bağlamda savunmasız sivillerin kasıtlı ve gereksiz bir şekilde öldürülmesini desteklemediğini savundum. Ancak “sivil” kategorisinin yetersiz olduğunu da gösterdim. Böylece bu tartışmadan çıkarılması gereken iki önemli sonuç bulunuyor:

İlk olarak, “sivil” kategorisinin azaltılması veya reddedilmesi değil geliştirilmesi ve daha fazla korunmasını savunuyorum. Daha önce belirttiğim gibi, uluslararası insancıl hukuk kuralları modern bir oluşum. Ve bu kuralları “savunmasız bireylerin kapsamlı korunması” veya belki de “savunmasızların kapsamlı savunmasını” göz önünde bulundurarak oluşturmamız gerekiyor.

İkincisi, söylediğim her şeyin ve olası tüm ahlaki ve hukuki incelemelerin ötesinde, meslektaşım ve arkadaşım Janina Dill’in şu sözlerine katılıyorum: “Önemli etik soru ne ‘kim daha kötü?’ ya da ‘kim başlattı?’ ‘, değil ama ‘kim bunu durdurma gücüne sahip?’ Dolayısıyla, sivilleri öldürmenin neden haklı olmadığını daha uzun ve daha ayrıntılı bir şekilde tartışabilirim, ancak işin aslı şu ki, savunmasız ve kırılgan sivilleri öldürme hakkının Hamas’a mı yoksa IDF’ye mi verilmesi gerektiği konusundaki tartışmanın ta kendisi bunun ahlaki bir başarısızlık olduğudur. Bu yazının varlığı ve bunu yazmak zorunda hissetmem, kendisi ahlaki bir başarısızlıktır.

* Alonso Gurmendi, King’s College London War Studies Bölümü’nde Uluslararası İlişkiler alanında öğretim üyeliği yapmaktadır.

** Tüm alıntıları görmek için yazının orjinaline bakabilirsiniz.

*** This article was originally published on Opinio Juris and has been shortened and translated to Turkish for the Equality, Justice, and Women’s Platform. For all the references see the original text.

Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nden Elena B. Stavrevska ile Söyleşi

London School of Economics (LSE) bünyesindeki Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nden Dr. Elena B. Stavrevska savaş sonrası toplumlarda toplumsal cinsiyet, kesişimsellik, geçiş dönemi adaleti ve politik ekonomi üzerine akademik çalışmalarını yürütüyor.

Bu konulardaki makaleleri International Peacekeeping ve Civil Wars gibi uluslararası hakemli dergilerde yayınlandı. Geçtiğimiz sene editörlüğünü yaptığı Economies of Peace: Economy Formation Processes in Conflict-Affected Societies (Barışın Ekonomisi: Çatışmadan Etkilenmiş Toplumlarda Ekonomi Kuruluş Süreçleri) isimli kitabı Routledge’dan yayınlandı.

Teorik katkılarının yanı sıra, daha çok Bosna-Hersek ve Kolombiya vakalarına odaklanan çalışmaları kapsayıcılık ve barışın politik ekonomisi temalarını ele alıyor. 2016 yılında yayınlanan ortak yazarlı bir çalışmasında AB’nin sivil toplum örgütlerine desteğinin iç siyasete etkisini ve kurumun kendi çıkarlarıyla/normlarıyla ilişkisini inceliyor. 2018 yılında yayınlanan makalesinde çatışma sonrası toplumlarda mikro finansın kadınların eylemliliğindeki etkisini tartışıyor. Makalelerine Academiasayfasından erişilebiliyor.

Elena, geçtiğimiz hafta Sarah Kenny Werner ile birlikte Ülkeye Özgü BM Güvenlik Konseyi Kararlarının Dilinde Kadın, Barış ve Güvenlik Gündeminin Kaybolması başlığı altında kadın, barış ve güvenlik gündemine uyum üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Yazdıkları rapor üzerine konuştukları toplantıda akademik çalışmaları pratiğe çevirme vurgusunda bulundu. Biz de SES olarak, hem bu çalışmalarında öne çıkan konuları aktarmak, hem de kendi hikayesi, akademide kadın olmak üzerine kendisi ile mülakat gerçekleştirdik.

Begüm: Sanırım akademisyenlere sorulan ilk soru hep bu: araştırma konuna ve sürecine nasıl başladın?

Elena: Ben barış çalışmalarına galiba doğal olarak başladım. Yugoslavya parçalanmadan önce bugünün Sırbistan’ında doğdum. Biz ilk olarak Kosova’ya sonra da Makedonya’ya taşındık. Tüm aile federasyonun farklı bölgelerine dağıldı. Benim erken yaştaki siyasi anılarım bu çatışma ile ilgiliydi. İlk öldürülen askerlerden biri benim memleketimdendi. Herkes bu genç yaşta gerçekleşen ölümün ardından sokaklara çıkmış, yas tutmuştu. Çocukluğumdan beri insanların birbirlerini neden öldürdüğü sorusunu merak ettim. Özellikle onlarca yıl birbirini tanıyan insanlar, beraber yaşayan ve benzer yaşam tecrübeleri olan insanların… Bir insan başka bir insanı neden öldürür ? Buna halen bir cevabım yok çünkü günün sonunda bu psikolojik bir soru ama çıkış noktam çatışma süreçlerini ve sonra nasıl iyileşebileceğimizi anlamak oldu.

Toplumsal cinsiyet meselesi, hem sivil toplum örgütlerindeki çalışmalarımda hem de aktivist olarak da hep aklımdaydı. Ben hayatımda her şeyi yapabileceğime inanacak şekilde yetiştirildim. Anneannem okuma yazma bilmiyordu. Annem kendi köyünden üniversiteye giden ilk kadındı ve zamanında skandal olmuştu. Köydekiler ona karşı durdu, ve o zaman “üniversiteye gidiyorsa devamı gelir” zihniyetiyle düşündüler. Ben de nesiller boyu artan haklarımızın farkındalığı ile toplumsal cinsiyet ve sınıf konularına odaklandım. Ana çıkış noktam bu oldu. Kolombiya ve Bosna-Hersek dünyanın iki ucunda; barış anlaşmaları ise birbirinden çok farklı. Bosna-Hersek’in anlaşması dışlayıcıyken, Kolombiya’nınki ise kapsayıcı olduğu için çok fazla övgü aldı. Pratiğe geçirilmelerinde sorunlar olsa da bu iki uçtaki vakalar ile ilgilendim. Kapsayıcılık ve dışlayıcılık toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf ile de ilgili. Ben de bu noktalar ile yola çıktım.

Begüm: Son yıllarda hem Türkiye’de, hem de uluslararası kurumlarda, hem akademide kadın olmak üzerine bir tartışma başladı. Kadın akademisyenler sahada ve akademik kurumlarda kadın olmak üzerine kendi tecrübelerini paylaşmaya başladılar. Senin tecrübelerin bu konuda nasıldı ?

Elena: Evet, kadın olmak hem saha çalışmasında hem de akademik kurumlarda tecrübemi şekillendirdi. Kadın olmak saha çalışmasında sorulan soruları ve verilen cevapları etkiliyor. Bu konu ile ilgili yeni bir makale ele aldık. Kadın olmanın yanında nereden geldiğiniz, konuşulan diller, yaş ve sosyo-ekonomik durumunuz da karşı tarafın sizin hakkınızdaki algılarını belirliyor.

Benim tecrübelerimde Bosna’da “onlardan” ve “arkadaş ülkeden” olduğum için tehdit olarak görülmedim. Tanımadığım, bilmediğim insanlar tarafından yemeklere ve kahveye davet edildim. Bosna’daki saha çalışmamda bana çok kapı açıldı, orada beni arayıp doğru kişiyle konuşup konuşamadığımı kontrol edip, yardım edebilecekleri bir şey olup olmadığını hep kontrol ettiler. Kolombiya’da ise bu Mart ayında yerli kadınlar ile mülakatlar gerçekleştirdim. Yerli halk ile mülakat sürecinde gördüğüm şey ise tecrübelerinden ötürü araştırmacılara kuşku ile yaklaşabildikleriydi. Buna yurtdışından gelenler de dahil. Bu durumda kadın olmam başka kadınlarla mülakat yapabilmemde rol oynadı. Fakat bunun yanında beni kimin tanıştırdığı da önemliydi.

Akademide kadın olmayı anlatmak için (akademik çalışmaları için de öyle) daha demin de altını çizdiğim gibi kesişimselliği anlamamız gerekiyor. Kesişimsellik derken ırk, sınıf, ve kolonyalizmin etkilerini düşünmek gerekiyor. Çünkü ben sadece bir kadın değilim, ben göçmen bir kadınım, ana dili İngilizce olmayan bir kadınım ve belli bir geçmişten geliyorum. Batı akademisinde ise bu benim hakkımdaki beklentileri şekillendirdi. Mesela ben Balkanları çalışması gereken biri gibi algılandım, ya da eski Yugoslavya bölgesini… Bunun getirdiği sorun ise sanki sadece o konuyu bilebilecek biri gibi algılanmak oldu. Başka bir mesele ise Yugoslavya coğrafyasını tarafsız biri olarak ele alamayacak biri gibi düşünülmekti. Bir yandan en iyi bildiğiniz bölgeyi çalışmak için teşvik ediliyorsunuz, bir yandan da tarafsızlığınız hakkında sorgulanıyorsunuz. Ana akımda bu trend olsa bile şu an akademideki farklı, indirgemeci olmayan alanlar da büyüyor. Benim çalıştığım merkez de bu alanlardan biri.

Begüm: Akademik çalışmalarına dönersek çatışma sonrası toplumlarda uluslararası aktörlerin rolünü irdeleyen araştırmalar gerçekleştirdin. Bu çalışmalarında AB gibi uluslararası ve bölgesel aktörlerin olumlu etkileri yanı sıra kurumsallaşma, uzun dönemli etki ve taban ile yetersiz etkileşim hakkında eleştirilerin oldu. Uluslararası aktörler çatışma sonrası süreçlerde kadınların rolünü ve onlara açılan alanı arttırmak için neler yapabilir ? Kurumsal sorunları çözmek için nasıl adımlar atabilir?

Elena: Buna dosdoğru bir cevap vermek zor. Tüm aktörler için söylemiyorum ama bir çok uluslararası aktör sömürgeci bir düşünce ile hareket edebiliyor, “buraya barbarları kendilerinden kurtarmaya geldik” düşüncesi gibi. Bazıları ise bağlamı çok iyi anlamadan geliyor, ya da bağlamı yanlış anlayabiliyor. Bu organizasyonlar kendileri ve yerel aktörler arasındaki güç dinamiğinin ya farkında olmuyor ya da önemsemiyor.

Bosna’da gerçekleştirdiğim bir çalışmada sivil toplum örgütlerinin fon alma süreçlerine bakıyordum. Bazı kurumların önceliklerinin neden değiştiği sorusunu inceliyordum. Kurumların yazılmış hedefleri ile pratikteki projelerindeki uyumsuzluğun en önemli nedeni ise bağış verenlere göre hareket etme zorunluluğuydu. (Unutmamak gerekir ki, bir çok toplumsal hareket ve sivil toplum aktörleri resmi olmadıkları için fon alamıyordu ve bir çok sivil toplumun tek kaynağı fonlar olabiliyordu.) Yabancı hibe veren kurumlara önceliklerin ne olduğu sorusunu sorduğumda yerel sivil toplum gruplarına danışarak karar verdiklerini söylüyorlardı. Fakat yerel kuruluşlar ise fon almak için uluslararası kurumların hedeflerine göre önceliklerini çerçeveleyebiliyorlardı. Bu kadın, kadın hakları meselesi için de önemli. Genelleştiriyorum ama gündemin öncelikleri sahadaki ihtiyaçlar yerine fon verenler tarafından belirlenebiliyor.

Mesela bir çok ülkede, toplumun önemli bir kısmı kırsal alanda yaşasa bile, kırsal bölgede yaşayan kadınlar için fonlar eksik kalıyor. Popüler olan ve olmayan konular, gündemler var. Mesela kadının siyasete katılımı gündemde yukarı seviyedeyken ekonomik olarak güçlendirilmeleri aynı şekilde önemli olmuyor. Özetle, çok karışık bir cevabı olsa da büyük ihtimalle kimsenin fon vermeyeceği bölgelerde etkili oldular. Fakat aynı zamanda o bölgelerdeki öncelikler orada yaşayanlar tarafından belirlenmedi.

Begüm: Bu noktayı şimdiki soruya bağlayabiliriz. Bir çok çalışmanda kapsayıcılığın altını çiziyorsun. Uluslararası kurumlar fon verdikleri toplumlarda daha aşağıdan ve katılımcı bir model kurmak için neler yapabilirler ?

Elena: Bu aslında bugün bazı sözde ırkçılık karşıtı kampanyalarda da gördüğümüz bir şey. Biz siyah bir direktöre sahip olmak istiyoruz fakat “üst kademe” bir aday olmadığı için kapsayıcı olamıyoruz gibi bir gerekçe sunuyorlar. Bu bağlamda erken başlamak önemli. Önemli olan potansiyeli erken keşfetmek ve desteklemek. Eğitim ve gelişim süreçlerinde yer almak. Ne yazık ki sivil toplum örgütlerinde stajyerler ucuz iş gücü olarak görülebiliyor. Bunu aşmak için onları bir işgücü olarak değil, insanlığını öne çıkaran bir şekilde görmemiz gerekiyor. Kurumlar kafa yapılarını değiştirmeli. Sadece direktör olmak değil mesele. Dönüşüm gerçekleştirmek isteyenler erken başlamalılar, kurumsal yollar ve destek alanları bulmalılar. Kurumlar bu dinamiklere göre dönüşmeli. En önemli nokta bu bence.

Begüm: Son sorumuz! Yakın zamanda Kolombiya’nın barış sürecinde yerel halkın katılımı ve koronavirüs hakkında bir yazı kaleme aldın. Kolombiya barış anlaşmasının kapsayıcı bir anlaşma olmasının nedenini de karşılaştırmalı olarak akademik çalışmalarında anlatmıştın. Bu süreçte barış sürecinin partisi ve geleneksel olarak resmi mekanizmalarda dışlanmış gruplar (hem kadınlar hem de yerliler) nasıl etkilendiler?

Elena: Tabi ki başkent Bogota ve yerlilerin yaşadıkları bölgelerdeki dinamikler çok farklı. Hatırlatmak gerekir ki, Bogota’nın şu an ilerici bir kadın belediye başkanı (Claudia López Hernández) var. Genel olarak baktığımızda Kolombiyalı kadınlar koronavirüsten dünyanın bir çok yerindeki kadın gibi etkilendi. Kolombiya’da da kadınlar pandemik ile mücadelede ön saflarda yer aldılar, fakat bir yandan da cinsel şiddette artış oldu. Başka bir nokta ise kadınların enformel ekonomide yer alması. Sokağa çıkmanın kısıtlanması ve yasaklanması ile bu süreç darbe aldı ve devletten de destek alamadılar.

Yerli halka dönersek, onlar daha çok kırsal ve özerk bölgelerde yaşıyorlar. Kolombiya’da barış anlaşması imzalandığından beri siyasal şiddet ve cinayetler zaten artmıştı[1]. Bu bölgelerde de topluluk liderleri hedefteydi. Herkes kendi evinde kaldığı için bu liderlere ulaşmak daha kolay oldu. Pandemik başladığından beri öldürülen topluluk liderlerinin sayısı çok yükseldi. Saldırıların yanında bu bölgelerde çok ciddi altyapı sorunları var. Bazı bölgelerde su sitemi yok, en yakın hastane ise çok uzakta olabiliyor. Hükümet yardım sözü verse bile gerçekleştirmiyor. Bu bölgelerde madencilik şirketleri pandeminin başında aktivitelerini durdursa bile şu an devam ediyorlar[2]. Tüm bunlara rağmen yerel halk kendini korumak için mekanizmalar gerçekleştiriyor.

Yerlilerin hakları tarihsel olarak hep önemsizleştirildi. Pandemik de aslında bunu gösteriyor. Biri bana bu sürecin eşitsizlik yaratmadığını fakat eşitsizliği yüzeye çıkardığını söylemişti. Bunun çok doğru olduğunu düşünüyorum.

Begüm: Son olarak okuyucularımıza söylemek istediğin bir şey var mı?

Elena: Haklarınızın değerini hafife almayın. Toplumdaki tüm kadınların hakları korunuyor mu ve temsil ediliyor mu ona bakın. Sadece başkentlerdeki, şehirlerdeki kadınların haklarına değil, tüm kadınları düşünün.

[1]Aktivist ve liderlere saldırı konusunda bu haber okunabilir. Kolombiya’da 2019’da 51 İnsan Hakları Savunucusu Öldürüldü https://www.amerikaninsesi.com/a/kolombiya-insan-haklari/4913554.html

[2]Yerel halk ve madencilik hakkında bilgi almak için bu makale okunabilir. https://towardfreedom.org/story/colombian-farmers-continue-push-against-mining-for-peace/

Kitap Bölümü| (Book Chapter) Medya Aracılığıyla Çatışmaları Çözmek: ARTE

20170524-c-ggyzbxkaez7yr9d34d6-image.jpg

Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun meslekî araştırma, eğitim ve dayanışma amacıyla oluşturduğu P24 Medya Kitaplığı, yayınlarından çıkan Huzursuzluğun Takibi: Çatışmalı Dönemlerde Gazetecilik, ülkede “gerek sıcak gerekse sindirilmiş çatışmanın giderek bir norm hâline gelmekte olduğu kaygısından hareketle, böylesi dönemlerde gazeteciye düşen yükümlülükleri ve gazetecinin yaşadığı sorunları” merkezine alıyor.

Begüm Zorlu’nun yazısı, Soğuk Savaş sonrasında Almanya ile Fransa arasındaki ilişkilerin normalleşmesi amacıyla kurulan çokuluslu kültür- sanat televizyonu ARTE’nin yapısını ve oynadığı rolü inceliyor.

Kitap hakkında bilgi almak için tıklayın.

 

Academia in the Age of Digital Reproduction; Or, the Journal System, Redeemed

On  the journal system of Academia.

The Disorder Of Things

It took at least 200 years for the novel to emerge as an expressive form after the invention of the printing press.

So said Bob Stein in an interesting roundtable on the digital university from back in April 2010. His point being that the radical transformations in human knowledge and communication practices wrought by the internet remain in their infancy. Our learning curves may be steeper but we haven’t yet begun to grapple with what the collapsing of old forms of social space means. We tweak and vary the models that we’re used to, but are generally cloistered in the paradigms of print.

When it comes to the university, and to the journal system, this has a particular resonance. Academics find themselves in a strange and contradictory position. They are highly valued for their research outputs in the sense that this is what determines their reputation and secures their jobs…

View original post 2,128 more words