Category Archives: Academia

Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nden Elena B. Stavrevska ile Söyleşi

London School of Economics (LSE) bünyesindeki Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nden Dr. Elena B. Stavrevska savaş sonrası toplumlarda toplumsal cinsiyet, kesişimsellik, geçiş dönemi adaleti ve politik ekonomi üzerine akademik çalışmalarını yürütüyor.

Bu konulardaki makaleleri International Peacekeeping ve Civil Wars gibi uluslararası hakemli dergilerde yayınlandı. Geçtiğimiz sene editörlüğünü yaptığı Economies of Peace: Economy Formation Processes in Conflict-Affected Societies (Barışın Ekonomisi: Çatışmadan Etkilenmiş Toplumlarda Ekonomi Kuruluş Süreçleri) isimli kitabı Routledge’dan yayınlandı.

Teorik katkılarının yanı sıra, daha çok Bosna-Hersek ve Kolombiya vakalarına odaklanan çalışmaları kapsayıcılık ve barışın politik ekonomisi temalarını ele alıyor. 2016 yılında yayınlanan ortak yazarlı bir çalışmasında AB’nin sivil toplum örgütlerine desteğinin iç siyasete etkisini ve kurumun kendi çıkarlarıyla/normlarıyla ilişkisini inceliyor. 2018 yılında yayınlanan makalesinde çatışma sonrası toplumlarda mikro finansın kadınların eylemliliğindeki etkisini tartışıyor. Makalelerine Academiasayfasından erişilebiliyor.

Elena, geçtiğimiz hafta Sarah Kenny Werner ile birlikte Ülkeye Özgü BM Güvenlik Konseyi Kararlarının Dilinde Kadın, Barış ve Güvenlik Gündeminin Kaybolması başlığı altında kadın, barış ve güvenlik gündemine uyum üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Yazdıkları rapor üzerine konuştukları toplantıda akademik çalışmaları pratiğe çevirme vurgusunda bulundu. Biz de SES olarak, hem bu çalışmalarında öne çıkan konuları aktarmak, hem de kendi hikayesi, akademide kadın olmak üzerine kendisi ile mülakat gerçekleştirdik.

Begüm: Sanırım akademisyenlere sorulan ilk soru hep bu: araştırma konuna ve sürecine nasıl başladın?

Elena: Ben barış çalışmalarına galiba doğal olarak başladım. Yugoslavya parçalanmadan önce bugünün Sırbistan’ında doğdum. Biz ilk olarak Kosova’ya sonra da Makedonya’ya taşındık. Tüm aile federasyonun farklı bölgelerine dağıldı. Benim erken yaştaki siyasi anılarım bu çatışma ile ilgiliydi. İlk öldürülen askerlerden biri benim memleketimdendi. Herkes bu genç yaşta gerçekleşen ölümün ardından sokaklara çıkmış, yas tutmuştu. Çocukluğumdan beri insanların birbirlerini neden öldürdüğü sorusunu merak ettim. Özellikle onlarca yıl birbirini tanıyan insanlar, beraber yaşayan ve benzer yaşam tecrübeleri olan insanların… Bir insan başka bir insanı neden öldürür ? Buna halen bir cevabım yok çünkü günün sonunda bu psikolojik bir soru ama çıkış noktam çatışma süreçlerini ve sonra nasıl iyileşebileceğimizi anlamak oldu.

Toplumsal cinsiyet meselesi, hem sivil toplum örgütlerindeki çalışmalarımda hem de aktivist olarak da hep aklımdaydı. Ben hayatımda her şeyi yapabileceğime inanacak şekilde yetiştirildim. Anneannem okuma yazma bilmiyordu. Annem kendi köyünden üniversiteye giden ilk kadındı ve zamanında skandal olmuştu. Köydekiler ona karşı durdu, ve o zaman “üniversiteye gidiyorsa devamı gelir” zihniyetiyle düşündüler. Ben de nesiller boyu artan haklarımızın farkındalığı ile toplumsal cinsiyet ve sınıf konularına odaklandım. Ana çıkış noktam bu oldu. Kolombiya ve Bosna-Hersek dünyanın iki ucunda; barış anlaşmaları ise birbirinden çok farklı. Bosna-Hersek’in anlaşması dışlayıcıyken, Kolombiya’nınki ise kapsayıcı olduğu için çok fazla övgü aldı. Pratiğe geçirilmelerinde sorunlar olsa da bu iki uçtaki vakalar ile ilgilendim. Kapsayıcılık ve dışlayıcılık toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf ile de ilgili. Ben de bu noktalar ile yola çıktım.

Begüm: Son yıllarda hem Türkiye’de, hem de uluslararası kurumlarda, hem akademide kadın olmak üzerine bir tartışma başladı. Kadın akademisyenler sahada ve akademik kurumlarda kadın olmak üzerine kendi tecrübelerini paylaşmaya başladılar. Senin tecrübelerin bu konuda nasıldı ?

Elena: Evet, kadın olmak hem saha çalışmasında hem de akademik kurumlarda tecrübemi şekillendirdi. Kadın olmak saha çalışmasında sorulan soruları ve verilen cevapları etkiliyor. Bu konu ile ilgili yeni bir makale ele aldık. Kadın olmanın yanında nereden geldiğiniz, konuşulan diller, yaş ve sosyo-ekonomik durumunuz da karşı tarafın sizin hakkınızdaki algılarını belirliyor.

Benim tecrübelerimde Bosna’da “onlardan” ve “arkadaş ülkeden” olduğum için tehdit olarak görülmedim. Tanımadığım, bilmediğim insanlar tarafından yemeklere ve kahveye davet edildim. Bosna’daki saha çalışmamda bana çok kapı açıldı, orada beni arayıp doğru kişiyle konuşup konuşamadığımı kontrol edip, yardım edebilecekleri bir şey olup olmadığını hep kontrol ettiler. Kolombiya’da ise bu Mart ayında yerli kadınlar ile mülakatlar gerçekleştirdim. Yerli halk ile mülakat sürecinde gördüğüm şey ise tecrübelerinden ötürü araştırmacılara kuşku ile yaklaşabildikleriydi. Buna yurtdışından gelenler de dahil. Bu durumda kadın olmam başka kadınlarla mülakat yapabilmemde rol oynadı. Fakat bunun yanında beni kimin tanıştırdığı da önemliydi.

Akademide kadın olmayı anlatmak için (akademik çalışmaları için de öyle) daha demin de altını çizdiğim gibi kesişimselliği anlamamız gerekiyor. Kesişimsellik derken ırk, sınıf, ve kolonyalizmin etkilerini düşünmek gerekiyor. Çünkü ben sadece bir kadın değilim, ben göçmen bir kadınım, ana dili İngilizce olmayan bir kadınım ve belli bir geçmişten geliyorum. Batı akademisinde ise bu benim hakkımdaki beklentileri şekillendirdi. Mesela ben Balkanları çalışması gereken biri gibi algılandım, ya da eski Yugoslavya bölgesini… Bunun getirdiği sorun ise sanki sadece o konuyu bilebilecek biri gibi algılanmak oldu. Başka bir mesele ise Yugoslavya coğrafyasını tarafsız biri olarak ele alamayacak biri gibi düşünülmekti. Bir yandan en iyi bildiğiniz bölgeyi çalışmak için teşvik ediliyorsunuz, bir yandan da tarafsızlığınız hakkında sorgulanıyorsunuz. Ana akımda bu trend olsa bile şu an akademideki farklı, indirgemeci olmayan alanlar da büyüyor. Benim çalıştığım merkez de bu alanlardan biri.

Begüm: Akademik çalışmalarına dönersek çatışma sonrası toplumlarda uluslararası aktörlerin rolünü irdeleyen araştırmalar gerçekleştirdin. Bu çalışmalarında AB gibi uluslararası ve bölgesel aktörlerin olumlu etkileri yanı sıra kurumsallaşma, uzun dönemli etki ve taban ile yetersiz etkileşim hakkında eleştirilerin oldu. Uluslararası aktörler çatışma sonrası süreçlerde kadınların rolünü ve onlara açılan alanı arttırmak için neler yapabilir ? Kurumsal sorunları çözmek için nasıl adımlar atabilir?

Elena: Buna dosdoğru bir cevap vermek zor. Tüm aktörler için söylemiyorum ama bir çok uluslararası aktör sömürgeci bir düşünce ile hareket edebiliyor, “buraya barbarları kendilerinden kurtarmaya geldik” düşüncesi gibi. Bazıları ise bağlamı çok iyi anlamadan geliyor, ya da bağlamı yanlış anlayabiliyor. Bu organizasyonlar kendileri ve yerel aktörler arasındaki güç dinamiğinin ya farkında olmuyor ya da önemsemiyor.

Bosna’da gerçekleştirdiğim bir çalışmada sivil toplum örgütlerinin fon alma süreçlerine bakıyordum. Bazı kurumların önceliklerinin neden değiştiği sorusunu inceliyordum. Kurumların yazılmış hedefleri ile pratikteki projelerindeki uyumsuzluğun en önemli nedeni ise bağış verenlere göre hareket etme zorunluluğuydu. (Unutmamak gerekir ki, bir çok toplumsal hareket ve sivil toplum aktörleri resmi olmadıkları için fon alamıyordu ve bir çok sivil toplumun tek kaynağı fonlar olabiliyordu.) Yabancı hibe veren kurumlara önceliklerin ne olduğu sorusunu sorduğumda yerel sivil toplum gruplarına danışarak karar verdiklerini söylüyorlardı. Fakat yerel kuruluşlar ise fon almak için uluslararası kurumların hedeflerine göre önceliklerini çerçeveleyebiliyorlardı. Bu kadın, kadın hakları meselesi için de önemli. Genelleştiriyorum ama gündemin öncelikleri sahadaki ihtiyaçlar yerine fon verenler tarafından belirlenebiliyor.

Mesela bir çok ülkede, toplumun önemli bir kısmı kırsal alanda yaşasa bile, kırsal bölgede yaşayan kadınlar için fonlar eksik kalıyor. Popüler olan ve olmayan konular, gündemler var. Mesela kadının siyasete katılımı gündemde yukarı seviyedeyken ekonomik olarak güçlendirilmeleri aynı şekilde önemli olmuyor. Özetle, çok karışık bir cevabı olsa da büyük ihtimalle kimsenin fon vermeyeceği bölgelerde etkili oldular. Fakat aynı zamanda o bölgelerdeki öncelikler orada yaşayanlar tarafından belirlenmedi.

Begüm: Bu noktayı şimdiki soruya bağlayabiliriz. Bir çok çalışmanda kapsayıcılığın altını çiziyorsun. Uluslararası kurumlar fon verdikleri toplumlarda daha aşağıdan ve katılımcı bir model kurmak için neler yapabilirler ?

Elena: Bu aslında bugün bazı sözde ırkçılık karşıtı kampanyalarda da gördüğümüz bir şey. Biz siyah bir direktöre sahip olmak istiyoruz fakat “üst kademe” bir aday olmadığı için kapsayıcı olamıyoruz gibi bir gerekçe sunuyorlar. Bu bağlamda erken başlamak önemli. Önemli olan potansiyeli erken keşfetmek ve desteklemek. Eğitim ve gelişim süreçlerinde yer almak. Ne yazık ki sivil toplum örgütlerinde stajyerler ucuz iş gücü olarak görülebiliyor. Bunu aşmak için onları bir işgücü olarak değil, insanlığını öne çıkaran bir şekilde görmemiz gerekiyor. Kurumlar kafa yapılarını değiştirmeli. Sadece direktör olmak değil mesele. Dönüşüm gerçekleştirmek isteyenler erken başlamalılar, kurumsal yollar ve destek alanları bulmalılar. Kurumlar bu dinamiklere göre dönüşmeli. En önemli nokta bu bence.

Begüm: Son sorumuz! Yakın zamanda Kolombiya’nın barış sürecinde yerel halkın katılımı ve koronavirüs hakkında bir yazı kaleme aldın. Kolombiya barış anlaşmasının kapsayıcı bir anlaşma olmasının nedenini de karşılaştırmalı olarak akademik çalışmalarında anlatmıştın. Bu süreçte barış sürecinin partisi ve geleneksel olarak resmi mekanizmalarda dışlanmış gruplar (hem kadınlar hem de yerliler) nasıl etkilendiler?

Elena: Tabi ki başkent Bogota ve yerlilerin yaşadıkları bölgelerdeki dinamikler çok farklı. Hatırlatmak gerekir ki, Bogota’nın şu an ilerici bir kadın belediye başkanı (Claudia López Hernández) var. Genel olarak baktığımızda Kolombiyalı kadınlar koronavirüsten dünyanın bir çok yerindeki kadın gibi etkilendi. Kolombiya’da da kadınlar pandemik ile mücadelede ön saflarda yer aldılar, fakat bir yandan da cinsel şiddette artış oldu. Başka bir nokta ise kadınların enformel ekonomide yer alması. Sokağa çıkmanın kısıtlanması ve yasaklanması ile bu süreç darbe aldı ve devletten de destek alamadılar.

Yerli halka dönersek, onlar daha çok kırsal ve özerk bölgelerde yaşıyorlar. Kolombiya’da barış anlaşması imzalandığından beri siyasal şiddet ve cinayetler zaten artmıştı[1]. Bu bölgelerde de topluluk liderleri hedefteydi. Herkes kendi evinde kaldığı için bu liderlere ulaşmak daha kolay oldu. Pandemik başladığından beri öldürülen topluluk liderlerinin sayısı çok yükseldi. Saldırıların yanında bu bölgelerde çok ciddi altyapı sorunları var. Bazı bölgelerde su sitemi yok, en yakın hastane ise çok uzakta olabiliyor. Hükümet yardım sözü verse bile gerçekleştirmiyor. Bu bölgelerde madencilik şirketleri pandeminin başında aktivitelerini durdursa bile şu an devam ediyorlar[2]. Tüm bunlara rağmen yerel halk kendini korumak için mekanizmalar gerçekleştiriyor.

Yerlilerin hakları tarihsel olarak hep önemsizleştirildi. Pandemik de aslında bunu gösteriyor. Biri bana bu sürecin eşitsizlik yaratmadığını fakat eşitsizliği yüzeye çıkardığını söylemişti. Bunun çok doğru olduğunu düşünüyorum.

Begüm: Son olarak okuyucularımıza söylemek istediğin bir şey var mı?

Elena: Haklarınızın değerini hafife almayın. Toplumdaki tüm kadınların hakları korunuyor mu ve temsil ediliyor mu ona bakın. Sadece başkentlerdeki, şehirlerdeki kadınların haklarına değil, tüm kadınları düşünün.

[1]Aktivist ve liderlere saldırı konusunda bu haber okunabilir. Kolombiya’da 2019’da 51 İnsan Hakları Savunucusu Öldürüldü https://www.amerikaninsesi.com/a/kolombiya-insan-haklari/4913554.html

[2]Yerel halk ve madencilik hakkında bilgi almak için bu makale okunabilir. https://towardfreedom.org/story/colombian-farmers-continue-push-against-mining-for-peace/

Kitap Bölümü| (Book Chapter) Medya Aracılığıyla Çatışmaları Çözmek: ARTE

20170524-c-ggyzbxkaez7yr9d34d6-image.jpg

Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu’nun meslekî araştırma, eğitim ve dayanışma amacıyla oluşturduğu P24 Medya Kitaplığı, yayınlarından çıkan Huzursuzluğun Takibi: Çatışmalı Dönemlerde Gazetecilik, ülkede “gerek sıcak gerekse sindirilmiş çatışmanın giderek bir norm hâline gelmekte olduğu kaygısından hareketle, böylesi dönemlerde gazeteciye düşen yükümlülükleri ve gazetecinin yaşadığı sorunları” merkezine alıyor.

Begüm Zorlu’nun yazısı, Soğuk Savaş sonrasında Almanya ile Fransa arasındaki ilişkilerin normalleşmesi amacıyla kurulan çokuluslu kültür- sanat televizyonu ARTE’nin yapısını ve oynadığı rolü inceliyor.

Kitap hakkında bilgi almak için tıklayın.

 

Academia in the Age of Digital Reproduction; Or, the Journal System, Redeemed

On  the journal system of Academia.

The Disorder Of Things

It took at least 200 years for the novel to emerge as an expressive form after the invention of the printing press.

So said Bob Stein in an interesting roundtable on the digital university from back in April 2010. His point being that the radical transformations in human knowledge and communication practices wrought by the internet remain in their infancy. Our learning curves may be steeper but we haven’t yet begun to grapple with what the collapsing of old forms of social space means. We tweak and vary the models that we’re used to, but are generally cloistered in the paradigms of print.

When it comes to the university, and to the journal system, this has a particular resonance. Academics find themselves in a strange and contradictory position. They are highly valued for their research outputs in the sense that this is what determines their reputation and secures their jobs…

View original post 2,128 more words