Category Archives: Social Movements

Kolombiya’nın Çatırdayan Barışı

Bu yazı Bianet, Biamag için yazılmıştır.

FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri )ve Kolombiya devleti arasında 2016 yılında imzalanan barış anlaşması ile birlikte yarım yüzyıl boyunca devam eden çatışma sürecinin nihai sona getirmesi umuluyordu. FARC, 2016 sonbaharında  imzalanan anlaşmadan yedi ay sonra uluslararası gözlemcilerin eşliğinde silahlarını teslim etmiş ve partileşme sürecine odaklanmıştı[1]. Verilen silahlar Bogota’da Fragmentos (Parçalar) isimli yapının tabanına barışı simgelemek için parke taşı olarak döşenmişti. Kapsayıcı barış anlaşması ve toplumsal cinsiyet perspektifi[2] içerdiğinden ötürü barış çalışmalarında da örnek olarak gösterilen bu süreç, akademisyen ve aktivistler tarafından da ilgiyle takip edilmişti.

Kolombiya’daki barış süreci hala akademisyenler ve aktivistlerin gündeminde fakat özellikle geçtiğimiz yıldaki gelişmeler barış sürecin çatırdadığına dair işaretler veriyor. Özellikle COVID-19 salgını ile birlikte insan hakları aktivistlerine, topluluk liderlerine artan saldırılar ve hükümetin süreci yürütmedeki başarısızlığı endişe yaratıyor. Bu yazı geriye doğru giden sürecin adımlarını ve son gelişmeleri, literatür ve haberleri özetlemeyi amaçlıyor.  

Referandum ve Muhafazakar Başkan Duque’nin Seçimi ile Başlayan Gerileme

2016 sonbaharından bugüne barış süreci nasıl evirildi ? Örnek bir barış sürecinden, çatırdayan bir duruma nasıl ulaşıldı? Tartışmaya anlaşmadan sonra gerçekleşen referandum ile başlayabiliriz. Anlaşmanın imzalanmasının hemen ardından halk oylamasına sunulan barış anlaşması, yüzde 50,24 oyla reddedildi. O zamanki cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos ve FARC liderliği buna rağmen çatışmayı dindiren açıklamalarda bulundu. Open Democracy’nin yorumuna göre anlaşma, referanduma sunulduğunda siyasi bir araç haline geldiğinde ivmesini kaybetti ve kutuplaşma toplumsal barışın önünü kesti. Fakat Santos’un barışı koruyan tavrı, FARC’ın ateşkesi koruması ve uluslararası toplumun desteği barış sürecini canlı tutmaya devam etti.

Anlaşmanın çatırdamasını sağlayan ana faktörlerden birinin 2018 yılında muhafazakar ve anlaşmayı eleştiren Iván Duque’nin cumhurbaşkanı seçilmesi olduğunu söylemek mümkün. Atlantic dergisinde yazan Juan Arredondo’ya göre şiddetin artmasında bir çok faktörün yanında öncelikli olarak barışa siyasi desteğin olmaması öne çıkıyor. Duque’nin seçimi ile birlikte şiddette açık bir artış ve siyasi katılımda sarsıntı yaşandı. Artan şiddet ortamında Duque, anlaşmanın getirdiği adalet mekanizmalarını ve süreç için gereken bütçeyi hedef aldı.

FARC’ın siyasi temsilindeki kırılmalarından biri geçtiğimiz sene yaşandı. Barış görüşmeleri sırasında grubu temsil eden kıdemli bir FARC komutanı olan Iván Márquez, Senato koltuğunu bırakıp saklandığını açıkladı ve daha sonra kendisinin ve bir grup muhalifin yeniden silahlandığını söyledi. Bu kararını hükümetin ihanetinden ötürü aldığını belirtti[3]. Ayrıca 2019 sonbaharının sonlarında Kolombiya ordusu tarafından düzenlenen askeri baskında 12-17 yaş arası 8 çocuğun öldürüldüğü haberi geldi ve Iván Duque ve kabine üyelerine karşı artan hoşnutsuzluğu körükledi. Artan şiddet, yolsuzluk ve hükümete karşı ekonomik hoşnutsuzluğun birleşmesi ile kitlesel eylemler gerçekleşti. Hükümetin barış anlaşmasına sadık kalacağına dair inançta önemli bir düşüş oldu.

Akademik çalışmalar ve uluslararası gözlemciler hükümetin barış için gerekenleri yapmadığının ısrarla altını çiziyor. Barış anlaşması ile birlikte Normalleşme için Yerel Geçiş Alanları, FARC’ın sivil hayata yeniden entegre edilmesi için kurumsal yapı ve ülkenin hazırlanması için gerekli koşullarını yaratmak amacıyla oluşturulmuştu[4]. Madrid Complutense Üniversitesi’nden Rios Sierra’nın da belirttiği gibi yerel düzeyde çözülmemiş bölgesel hükümet yetersizlikleri de özellikle FARC ile silahlı çatışmanın vurduğu bölgenin çoğunda yokluğu hakim kılıyor ve yeni bir şiddet dalgası yaratıyor. Hükümetin yetersiz finansmanının süreci baltaladığını belirten Rios Sierra kaynakların şiddetten en çok etkilenen yerlere dağıtılmasındaki aşırı yavaşlığın; ya da yasal engellerin bu gerilemeyi yarattığını söylüyor. Akademisyen Shauna N. Gillooly de bu bölgelerde, hükümetin anlaşmalarda vaat ettiği sağlık, içme suyu ve barınağın yokluğunu vurguluyor. Yerelin sorunlarına, ihtiyaçlarına ve dinamiklerine odaklanmayan bir süreç ise aşağıda bahsedilecek şiddet sarmalını körüklüyor.

Pandemi Kıskacında Topluluk Lideri ve Hak Arayıcılarına Yönelik Saldılar ve Suikastler

London School of Economics (LSE) bünyesindeki Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nde araştırmalarını yürüten Dr. Elena B. Stavrevska Kolombiya’da barış anlaşması imzalandığından beri siyasal şiddet ve cinayetlerin arttığının[5] ve özellikle pandemide öldürülen aktivist ve topluluk liderlerinin sayısının çok yükseldiğinin altını çiziyor. Birleşmiş Milletler (BM) 2020’nin başından bu yana en az 42 katliam kaydettiğini, ve bunun 2016’nın eski FARC savaşçılarıyla barış anlaşmasının imzalanmasından bu yana en yüksek rakam olduğunu söyledi. Uluslararası Kriz Grubu’nun raporuna göre 2016’dan bu yana en az 415 topluluk lideri öldürüldü ve yüzlerce daha fazla tacize uğradı veya zorla yerinden edildi.

Daha çok yerelde yaşanan bu şiddet süreci barışın neden gerilediğini anlamak için çok önemli. Anlaşmanın çatırdamasında bir önemli noktanın ise suç çeteleri ve uyuşturucu kaçakçıları yeniden ortaya çıkması olduğunu söylemek mümkün. Arredondo’nun gösterdiğigi gibi bu gruplar Kolombiya’nın yasa dışı uyuşturucu ve madencilik endüstrilerini kontrol etmek için sendika örgütleyicileri, yerli liderler, çevreciler ve topluluk aktivistlerini hedef alıyor. Bu gruplar silah bırakan FARC militanlarının bölgelerinde kontrol sağlamayı amaçlıyor. Devlet ise yereldeki lider ve hak arayıcılarını koruyamıyor.

Uluslararası Kriz Grubu’nun birkaç gün önce yayınlanan raporu cinayetlerin büyük çoğunluğu Antioquia, Cauca ve Chocó gibi çatışmalardan uzun süredir etkilenen bölgelerde meydana geldiğini belirtiyor. Rapora göre savcılar tarafından tutulan rakamlar, cinayetlerin yüzde 59’unun kimliği tespit edilebilen silahlı gruplara, yüzde 39’unun bilinmeyen kişi veya gruplara ve yüzde 2’sinin askeri görevlilere atfedilebileceğini gösteriyor. Çalışmanın belirttiği gibi suikastlar ve tehditler kolektife “sessiz kalma, belirli hakları savunmayı bırakma veya silahlı grupların çizdiği görünmez sınırlar içinde kalma[6]” mesajını yolluyor. Aynı zamanda kadınların cinsel şiddet tehdidi alma veya çocuklarının ya da aile üyelerinin taciz edildiğini görme olasılıklarının çok daha yüksek olduğunun altı çiziliyor. “LGBT topluluğunun liderleri, kendilerine yönelik şiddet içeren ve hatta ölümcül niyetlere açık bir referans olan “sosyal temizlik” ihtiyacını öne süren mesajlar aldıklarını[7]” bildiriyor.

KOVID-19 bağlamında ise altı aya yakın bir süre boyunca virüsün yayılmasını sınırlamak için ülke içi seyahatlerin kısıtlanması ile birçok uzaktaki topluluğun izole edildiği vurgusu yapılıyor ve “silahlı gruplar hükümetin dikkat dağınıklığından yararlanarak topraklardaki kontrollerini sıkıştırdıkları” söyleniyor. Pandemi sürecindeki veriler iki aylık kısıtlamalar esnasında, topluluk lider cinayetlerinin, ulusal cinayet oranı yüzde 16 düşerken, yüzde 53 arttığını gösteriyor[8].

Kırılgan Gelecek

Mevcut gelişmeler hükümetin barışı tesis etmesi için hem güven sağlaması hem de sağlam adımlar atması gerektiğini gösteriyor. Özellikle bu sene yaşanan saldırı ve katliamlar Duque hükümetinin barış anlaşmasının ana noktalarından biri olan sivil toplumun korunmasını sağlayamadığını gösteriyor. Fakat 2016 yılında görkemli törenler ve sembolik birliktelikler ile başlayan umut sönmüş değil. Geçtiğimiz sene ekonomik ve sosyal sorunların bir arada protesto edilmesi ve kitlesel protestolardaki barış vurgusu, barış için desteğin varlığını gösteriyor. Hem yerelde hem de şehirlerde kadın örgütleri, mağdurlar, sivil toplum adalet aramaya devam ediyor. Son analiz ve araştırmaların gösterdiği en acil dönüşüm yerelde barış anlaşmasının maddelerini uygulamak; insan hakları aktivistleri ve yerel liderleri korumak oluyor.


[1] FARC aynı kısaltmayı kullanarak siyasi partisinin adını “Halk için Alternatif Devrimci Güç” yapmıştı.

[2] Demos’un Kolombiya raporu süreçte, kadınların ve LGBTQİ+ kesimin barış inşacısı olarak daha önceki hiçbir örnekte bu derece tanınmamış olmasıyla öne çıktığını belirtiyor. https://demos.org.tr/baris-ve-toplumsal-cinsiyet-kolombiya-baris-sureci-raporu/

[3] Open Democracy ayrıca hükümetin toprak dağıtımı ile ilgili taahhütlerini yerine getirmediğinin de altını çiziyor ve sonuç olarak, FARC muhaliflerinin faaliyet gösterdiği alanlarda daha fazla çatışma ortaya çıktığını belirtiyor.

[4] Anastasia Shesterinina The Conversation’daki yazısında 13.000’den fazla eski savaşçının sivil olarak yaşadığını ve bazılarının sivil hayata topluluklar olarak girerek kolektif bir yol izlediğini, diğerleri kendi işlerini kurup, iş piyasasına girdiğini veya ailelerine geri döndüğünü belirtiyor. Bunun yanında birçok eski FARC üyesi, geçiş bölgeleri olarak kurulan kırsal yerlerde gruplar halinde yaşadığını söylüyor.

[5] Sivil toplum örgütü INDEPAZ öldürülen aktivist ve liderlerin listesini tutuyor. http://www.indepaz.org.co/lideres/

[6] Sayfa i

[7] Sayfa 10

[8] Sayfa 26

Polonya’da LGBTİ Bireylere Artan Saldırılar Kıskacında BarıS ve Güvenlik Gündemi

Photo by Markus Spiske on Pexels.com


Polonya’daki süreci ve barış ve güvenlik gündemi ile ilişkisini anlamak için Kadın Barış İnşacıları Küresel Ağı’ndan (GNWP) Agnieszka-Fal Dutra Santos’un “Haklar Olmadan Barış Olmaz: Polonya’da LGBTQ Bireylere Karşı Ayrımcılık Kadın, Barış ve Güvenlik Gündemi (WPS Gündemi) Yükümlülüklerinin Uygulanmasının Önüne Bariyer Koyuyor” isimli yazısını Begüm Zorlu Eşitlik, Adalet, Kadın Platformu için Türkçeye çevirdi.

Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’nin hedef alınmasına karşı protestolar büyürken bir yandan Polonya’da da benzer bir mobilizasyon yaşanmaktaydı. Polonya hükümetinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini açıklamasından sonra binlerce protestocu sokaklara dökülmüş, birçok aktivist gözaltına alınmıştı.


London School of Economics (LSE) bünyesindeki Kadın, Barış ve Güvenlik Merkezi’nin blog sayfasında yayınlanan bu yazının orjinaline bu linkten erişebilirsiniz. Yazıda verilen atıfları orijinal linkte bulabilirsiniz.

Polonya’da LGBTİ Bireylere Artan Saldırılar Kıskacında Barış ve Güvenlik Gündemi

Agnieszka-Fal Dutra Santos

Polonya’da LGBTQ haklarının gerilemesi

2020 yılının Haziran ayında, başkanlık seçimlerinin ilk turundan sadece birkaç gün önce, sol görüşlü Polonya medyası genç bir eşcinsel birey olan Michał’ın intihar ettiğini bildirdi. Michał’ın ailesinin homofobiye atfettiği ölüm, münferit bir olay olmak yerine daha derin bir akımın parçası. Varşova Üniversitesi Önyargı Araştırma Merkezi’nin, Homofobi Karşıtı Kampanya (KPH), Lambda Varşova Derneği ve Trans-Fuzja Vakfı ile ortaklaşa yürüttüğü bir araştırmaya göre, Polonya’daki LGBTQ bireylerin yaklaşık% 50’sinin intihar düşünceleri barındırıyor. Bu oran genel nüfus içinde % 1.

LGBTQ bireyler nefret ve şiddet dalgasıyla karşı karşıya kalıyor: 2015-2016 yılları arasında en az % 70’i bir tür şiddetle karşılaştı. Ancak homofobik şiddete maruz kalanların% 4’ten azı bunu polise bildirdi. LGBTQ kişilerin ortalama% 14’ü cinsel şiddete maruz kaldı, bu oran aseksüel ve trans kişiler ve biseksüel kadınlar arasında daha da yüksekti (% 20).

LGBTQ bireylere yönelik şiddet, daha geniş olarak azınlıklara yönelik yetersiz yasal koruma, homofobi ve transfobinin artan kurumsallaşması bağlamında gerçekleşiyor. Polonya İnsan Hakları Komiseri ‘ne göre, heteronormatif olmayan kişilerin kamuoyu tarafından kabulü 2019 yılında azaldı. Bu düşüş, Polonya’da 2015 yılından beri artan, “bazı politikacılar ve medya şahsiyetleri tarafından tekrarlanan ve güçlendirilen” nefret söylemi, homofobik, transfobik retorikteki ve göçmenlere, ırksal, etnik azınlıklara, LGBTQ bireylere yönelik nefret söylemindeki artış ile bağlantılı.

Polonya yasaları bu tür saldırılara karşı yeterli koruma sağlamıyor. İnsan Hakları Komiseri, 2019’da, Polonya içtihat hukukunda LGBTQ kişilerin yasal korunmasının “yavaş ilerleme” kaydettiğini belirtti. Ayrıca, bu ilerleme, son politik ve yasama eğilimleri tarafından tersine çevrilmemişse de, zayıflatıldı.

2019 yılının Haziran ayında, uzun bir yasal mücadelenin ardından, Anayasa Mahkemesi, LGBTQ hakları kuruluşuna hizmet vermeyi reddeden matbaa dükkanı vakasında, hizmet verenlerin “sağlam bir nedeni” olmadan hizmet vermemeyi, ve cinsiyet, etnik köken, cinsel yönelim ve kimliğine dayalı ayrımcılığı yasaklayan Polonya Kabahatler Kanunu’nun 138. maddesini anayasaya aykırı buldu. Buna ek olarak, Polonya belediyeleri, 2019 yılının başından bu yana, kendilerini “cinsiyet ve LGBT ideolojisinden arınmış bölgeler” olarak deklare eden kararları hayata geçirdi. Haziran 2020 itibariyle, Polonya’daki 104 şehir, belediye ve voyvodalık (en büyük idari bölüm) bu tür kararları kabul etti. Böylece, Polonya’nın yaklaşık% 30’unu “LGBT’siz bölge” haline getirdi. Bu kararlar, LGBTQ haklarını geliştirmeyi hedefleyen herhangi bir eyleme karşı çıkmayı vadetti ve yerel konseyleri, ulusal parlamentoyu ve hükümeti “eşcinsel yapıdaki örgütlerin finansmanının kaynaklarını ve yöntemlerini kontrol etmeye” çağırdı.

2020 yılının Temmuz ayında, bu kararlardan ikisi, LGBTQ hakları örgütlerinin yaptığı bir kampanya ve Polonya İnsan Hakları Komiseri’nin müdahalesi sonrasında iptal edildi. Fakat, Polonya Cumhurbaşkanı tarafından imzalanan “Aile Şartı’nda” da açıkça görüldüğü gibi Polonya’da LGBTQ haklarının korunmasında tehlikeli bir eğilimi temsil ediyorlar. “Aile Şartı” eşcinsel evliliğe, çocukların eşcinsel çiftler tarafından evlat edinilmesine karşı çıkma taahhüdünü içeriyor ve “LGBT ideolojisinin kamu kurumlarında teşvik edilmesini” yasaklıyor.

Polonya’daki homofobi ve transfobi, cinsiyet eşitliğine karşı daha geniş bir hareket bağlamında da konumlandırılabiliyor ve bu da kadın haklarının tehdit altında olduğu bir ortam yaratıyor. Ülkedeki homofobik ve transfobik yasaların çoğalması, kadın hakları ve cinsiyet eşitliğine zarar veren diğer yasal ve politika değişiklikleri ile birlikte gerçekleşti. Bu endişe verici gelişmeler – Polonya’nın kürtaj yasasını (halihazırda Avrupa’daki en muhafazakar yasalar arasında) daha da sıkılaştırma girişimleri, ya da kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önleme ve mücadele eden İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı– LGBTQ haklarına karşı kampanya gerçekleştiren aynı aşırı sağ gruplar tarafından yürütüldü.

Homofobinin kurumsallaşması ve Polonya’nın Kadın, Barış ve Güvenlik (WPS) Yükümlülükleri

Polonya’da homofobi ve transfobinin kurumsallaşması Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin uygulanması bağlamında ne ifade ediyor?

Polonya, Kadın, Barış ve Güvenlik ile ilgili, 2018-2021 dönemi için ilk Ulusal Eylem Planını (UEP) 2018’de kabul etti. UEP, bölgedekilerin çoğu gibi, öncelikle kadınların silahlı kuvvetlere katılımına ve Polonya’nın dış politikasına odaklanıyor. Dört ana dayanaktan oluşuyor:

  1. Kadınların çatışmanın önlenmesi ve barışın korunmasına anlamlı katılımı;
  2. Polonya insani yardım ve kalkınma yardımı yoluyla Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin uygulanması;
  3. Çatışmalara bağlı cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet mağdurlarının korunması ve desteklenmesi; ve
  4. Polonya’da ve uluslararası işbirliği yoluyla Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin teşvik edilmesi ve geliştirilmesi.

UEP, LGBTQ topluluğundan veya haklarından doğrudan bahsetmiyor. Öte yandan, UEP’deki ana hedef gruplar –kadınlar ve çatışmalara bağlı cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet mağdurları- lezbiyen, biseksüel ve trans kadınları kapsayabilir. Bununla birlikte, LGBTQ kişilere yönelik nefret söyleminin ve şiddetin artan yaygınlığı, meşrulaştırılması ve kurumsallaşması, dört temelin da anlamlı bir şekilde uygulanmasını engelleyen bir ayrımcılık iklimi yaratmaktadır.

Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin destekçileri ve yürütücüleri arasında, taahhütlerin uygulanmasının daha geniş bir ayrımcılık yapmama ilkesine dayandırılması ihtiyacına dair artan bir kabul var. Başka bir yerde tartıştığım gibi, Kadın, Barış ve Güvenlik hedefleri – hem dış yardım ve politikaya, hem de iç meselelere odaklanan- ancak yapısal cinsiyet eşitsizlikleriyle mücadele edilirse gerçekleştirilebilir. Bu nedenle kararlar, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) tarafından belirlenen daha geniş normatif çerçeve bağlamında yorumlanmalıdır.

CEDAW Komitesi, 28 numaralı Genel Tavsiye Kararında, “kadınların cinsiyet ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığa maruz kalmasının ırk, etnik köken, din ya da inanç, sağlık, sosyal statü, yaş, sınıf, kast ve cinsel yönelim ile cinsel kimlik gibi kadınları etkileyen diğer faktörlerle de ayrılmaz bir şekilde bağlantılı” olduğunu kabul etti ve taraf devletlere “bu tür kesişen ayrımcılık biçimlerini ve bunların ilgili kadınlar üzerindeki olumsuz etkilerini yasal olarak tanımaları ve yasaklamaları” çağrısında bulundu. Bu bağlamda, LGBTQ topluluğuna yönelik ayrımcılığın ele alınması, Kadın, Barış ve Güvenlik gündeminin uygulanması için zorunlu hale gelmiş durumda.

Birinci Dayanak: Katılım

Polonya’nın Ulusal Eylem Planı, kadınların anlamlı katılımını gerçekleştirmek için daha geniş kapsamlı bir ayrımcılık yapmama ilkesinin önemini bir dereceye kadar kabul etmektedir.

Birinci dayanak altındaki hedeflerden biri, “eşit muamele politikalarının (ayrımcılık karşıtı) uygulanmasını amaçlayan bir yasal çerçeve ve uygulamalar” oluşturmak ve uygulamaktır. Bu hedefteki ilerleme, cinsel yönelim ve cinsiyet kimlikleri gibi kadınlara karşı diğer ayrımcılık türlerini ele alma yükümlülüğünü içeren “CEDAW’ın uygulanmasında Polonya kurumları tarafından kaydedilen ilerleme” olarak tanımlanmaktadır.

Bunu teyit eden CEDAW Komitesi, Kasım 2014’te Polonya’nın birleşik yedinci ve sekizinci periyodik raporlarına ilişkin Sonuç Gözlemlerinde, “Roman, lezbiyen, biseksüel, transseksüel, interseks ve engelli kadınlara karşı olumsuz klişelere karşı koyma önlemlerinin eğer varsa bile sınırlı etkililiğine” dikkat çekti. Polonya’nın İnsan Hakları Komiseri’nin raporlarının da kanıtladığı gibi, son gelişmeler durumu iyileştirmekten çok daha da kötüleştirdi. Ayrımcılık iklimi, lezbiyen, biseksüel ve trans kadınların barış ve güvenliği içeren karar alma süreçlerine ve Polonya’nın güvenlik güçlerine katılma imkanlarını da, nefret söylemi veya şiddet riski barındırdığı için engelleyebiliyor. Bu, UEP’nin “kadınların çatışmayı önleme ve barışı korumaya anlamlı katılımı” konusundaki ilk dayanağı altındaki temel hedeflerin uygulanmasına mâni oluyor.

İkinci Dayanak: İnsani Yardım ve Kalkınma Yardımı

UEP’nin ikinci dayanağı, Polonya’nın insani yardım ve kalkınma yardımı yoluyla WPS gündemini uygulamayı amaçlamaktadır. Bu, diğer şeylerin yanı sıra, çatışmaya bağlı cinsel ve cinsiyete dayalı şiddet mağdurlarına yönelik destek ve koruma yoluyla sağlanacaktır.

Çatışma durumlarında, “homofobik önyargının, genellikle erkeklerin cinsel şiddeti hedeflemesinin bir açıklaması olarak gösterildiğinden” ötürü , homofobik politikalar ve uygulamalar, Polonya’nın bu tür şiddeti etkili bir şekilde önleyebilmesini, tepki gösterebilmesini ve böylece UEP’nin ikinci dayanağının gerçekleşmesini engelleyebilir.

Üçüncü Dayanak: Kurtulanları Desteklemek

Ulusal Eylem Planı bir yandan da, “Polonya’ya uluslararası koruma için başvuran çatışmayla bağlantılı cinsel şiddet mağdurlarına destek vermeyi” de amaçlamaktadır.

Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli haklı gerekçelere dayanan adli takibat korkusu, Polonya’da sığınma hakkı elde etmek için yeterli bir temel olabilir. Diğer taraftan, uygulamada “cinsel yönelimlerine ve cinsiyet kimliğine dayalı olarak uluslararası koruma için meşru iddialarda bulunan yabancıların reddedilmesi ve sınır dışı edilmesi” vakaları gerçekleşmiştir. Ayrıca, LGBTQ sığınmacılara karşı şiddeti önleyecek herhangi bir önlem yoktur. Bu nedenle, Polonya’da uluslararası koruma için başvuran, çatışmaya bağlı cinsel şiddetten kurtulan LGBTQ mağdurlarının yeterli destek almaları pek mümkün değildir ve Polonya’da bir kez daha başka ihlallerin hedefi haline gelebilirler.

Dördüncü Dayanak: Uluslararası Dayanışma

Son olarak, UEP ayrıca Polonya’nın “uluslararası forumlarda çatışmayla ilişkili cinsel şiddet eylemlerinde faillerin etkinliğini artırmak ve hesap verebilirliğini artırmak için çabalamasını” taahhüt etmektedir. Polonya’nın söylemi ve uluslararası forumlara katkıları, yükselen kurumsallaşmış homofobi de dahil olmak üzere, ülkedeki siyasi iklimle de renkleniyor. Bu, ülkenin cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetten hesap verebilirliği sağlamaya yönelik etkili bir şekilde çalışma yeteneğini zayıflatıyor. .

Ekim 2019’da, Avrupa Parlamentosu’nun Polonya Üyeleri, Uganda’daki LGBTQ kişilere yönelik baskıları kınayan bir karar üzerinde çekimser kaldı. Karar, Uganda’daki eşcinsel kişilere yönelik ölüm cezası ve çatışmayla bağlantılı cinsel şiddet eylemleri dahil olmak üzere, devletin zorunlu kıldığı zulme odaklanıyordu. Bu endişe verici karar ülkedeki homofobinin Polonya’nın dış politikasına sızdığına ve dolayısıyla onun dış politikasına ve Kadın, Barış, Güvenlik taahhütlerini yerine getirme yeteneğine zarar verdiğine işaret etmektedir.

WPS kararları kapsamındaki yükümlülüklerini etkin bir şekilde yerine getirmek için Polonya, LGBTQ vatandaşlarına etkili koruma sağlamalıdır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1325 sayılı Kararının 20. Yıldönümüne yaklaşırken, WPS topluluğu homofobi ve transfobinin, gündemin uygulanmasındaki etkileri konusunda sessiz kalmamalıdır. Tersine, kadınlar, barış, güvenlik ile ilgili konuşmayı genişletmek için bu fırsatı değerlendirmeliyiz. Bu, “varsayılan cinsiyet temelli olarak iki kategoriyi içeren dar bir odaktan, ikili varsayımı çürüten feminist bir proje olarak cinsiyete daha geniş bir odaklanan bir kategoriye geçmek” anlamına gelir.

Bu aynı zamanda, yerel politikaların – ve özellikle azınlıklara yönelik davranış biçimlerinin – Kadın, Barış, Güvenlik yükümlülükleri üzerinde – Polonya’da ve başka yerlerde – derin bir etkiye sahip olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Barış, savaş yokluğundan daha fazlasıdır – kapsayıcı kurumlar, adalete erişim ve herkes için güvenlik gerektirir. Çatışmayı önlemek ve Kadın, Barış, Güvenlik gündeminin temel amacı olan cinsiyete duyarlı bir barış için çalışmak, çatışma ve güvensizliğin daha derin, yapısal kaynaklarının ele alınmasını gerekli kılar. Bu, en önemlisi, marjinalleştirme, ayrımcılık ve LGBTQ kişilere yönelik şiddeti içerir.

Populism and Femicide in Turkey

Photo by Begüm Zorlu

by Balki Begumhan Bayhan & Begüm Zorlu

Pınar Gültekin, a 27-year-old student murdered by her ex-partner in July, whose death began the #ChallengeAccepted movement on Instagram. Source: Ahval/Facebook

On 21 July 2020, 27-year old university student Pınar Gültekin was murdered by her ex-boyfriend, becoming another victim of Turkey’s wave of femicides. Gültekin was declared missing for six days before she was found dead, strangled to death for refusing to reconcile with her former partner.

The news of Gültekin’s murder sparked protests across the country, with women taking to the streets in more than ten cities. The largest demonstrations took place across various neighbourhoods of Istanbul, gathering thousands of people. Smaller-scale protests also took place in less-populous Turkish cities including İzmir, Edirne, Mersin and Malatya.

On more than one occasion, women protesting gender-based violence were met with violence themselves. In İzmir, police officers brutally intervened in the protest and several women were beaten. Videos from the event captured scenes of women being manhandled and dragged away by police officers. 12 were taken into custody, although they were later released.

Women in Turkey have also taken to social media to protest femicides and express support for the Istanbul Convention – an international treaty on preventing violence against women – from which the Turkish government has expressed its intention to withdraw. The social media movement has involved women sharing photos of themselves in black and white on Instagram or Twitter under the hashtags ‘#ChallengeAccepted’ and ‘#IstanbulSozlesmesiYasatir’ (the Istanbul Convention Keeps Women Alive). Although it first started to trend in Turkey after Gültekin’s murder, this movement has now spread outside the country. Millions of women have participated in this social media movement – including high-profile celebrities such as Jessica Biel and Christina Aguilera.

Since the news of the murder of Gültekin, 11 women – Bahar Özcan, Seher Fak, Mücella Demir, Süheyla Yılmaz, Derya Aslan, Emine Yanıkoğlu, Döndü and Beyza Kandur, Gönül Gökçe, Sümmeye Ateş, Şule Bilgin and an unnamed 4-year-old girl – have met a similar fate. These tragic murders are, unfortunately, in no way isolated incidents. They form part of a larger pattern that has been emerging in Turkey under the country’s increasingly authoritarian Justice and Development Party (AKP) government.

Populism Meets Anti-Gender Discourse

Under the AKP, the number of women killed by men has increased rapidly. Since 2010, more than 3,000 women have been murdered as a result of male violence, with the figure more than doubling over the years. The vast majority of these women were killed for making decisions about their own lives – breaking up with a partner or rejecting men’s advances.

The increasing rate of femicide in Turkey. Source: We Will Stop Femicide Platform

Turkey’s recent controversy around the withdrawal from the Istanbul Convention can be interpreted as a manifestation of the broader anti-gender discourse of many right-wing populist parties. Similarly, Poland’s conservative Law and Justice Party government has also been attacking the Convention, framing it as a menace to the family structure – with some of its officials arguing that it promotes ‘gay ideology.’ The debate around Turkey’s possible withdrawal began after President Recep Tayyip Erdoğan, in typical populist fashion, stated that ‘if the people want us to leave it, we’ll leave it.’ The arguments for leaving the Convention have been similar to those in Poland. In both cases they are built upon decades-old anti-feminist discourses, with advocates of withdrawal claiming that it ‘empowers LGBT+ groups’ and ‘destroys families.’

As part of the AKP’s polarising strategies against political opposition, the party’s officials have vocally criticised forms of womanhood that do not fit into the roles envisaged by their conservative understanding of the family structure. With increasing emphasis on women’s traditional roles, in 2011 the Ministry of Women and Family Affairs was rebranded to remove reference to women, becoming the Ministry of Family and Social Policies. In the past, AKP officials and Erdoğan himself have repeatedly made discriminatory statements against women. For instance, the president has been quoted saying that ‘women are not equal to men’ and called for women to have ‘at least three children.’

The Way Forward

The government’s attempt to turn the Istanbul Convention into a wedge issue has backfired. There is no clear segment of society against it, and according to an opinion poll by Turkey Report only 8.8 percent of the population want to withdraw, and 51.7 percent are not even aware of its contents.

While the number of femicides has steadily increased, the Turkish government has failed to implement measures to protect women or introduce any reforms to tackle gender inequality. According to the Judicial Records statistics in 2019, most of the complaints made by women of sexual and physical violence do not result in a prosecution. This year, Turkey ranked 130th out of 153 countries in the World Economic Forum’s Global Gender Gap Index. Women’s rights activists are outraged by the deteriorating situation that is worsened by the proposal to withdraw from the treaty, with many arguing that it was never properly implemented in the first place.

Mobilised by outrage and solidarity, the women’s movement has made its presence felt in the mainstream of Turkish society, through both vocal social media campaigns and a tangible presence in the streets through mass protests. Gülseren Onanç – who served as the vice president of the Republican People’s Party (CHP) and the founder of the Equality, Justice and Women Platform – has told the authors that she is administrating a new project called ‘the Voice of Women,’ which aims to empower women on social media. She, like many feminist activists in Turkey, believes that effective use of social media is crucial to create awareness of, and action on, women’s rights and equality demands.

Londra’da “Siyah Hayatları Önemlidir” Protestoları

This slideshow requires JavaScript.

Londra’da “Siyah Hayatları Önemlidir” Protestoları Ve “Öldürülen Siyah Kadınların Adını Söyle

George Floyd’un 25 Mayıs’ta gözaltına alınırken öldürülmesi Türkiye dahil bir çok ülkede öfke ve mobilizasyona yol açtı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Minneapolis kentinde gerçekleşen cinayette beyaz polis memuru, silahsız, karşılık göstermeyen, onlardan durmasını isteyen ve nefes alamadığını söyleyen Floyd’un ensesine ısrarla dizini bastırarak onu öldürdü. Floyd’un öldürüldüğü anların kayıtları sosyal medya üzerinden paylaşıldı. Guardian gazetesinin başyazısı Floyd’un öldürülüşünün gaddarlığının dünyayı şoke ettiğini belirtiyordu. Bu zalimlik ve süregelen cezasızlık büyük bir öfke ile hem ABD’de hem de dünyada yeni bir “Siyah Hayatları Önemlidir” protesto dalgasını tetikledi. Eylemler Floyd’un ölümüyle tekrar tetiklense de, sona ermeyen polis şiddeti, ırkçılık, ayrımcılık ve eşitsizliğe yöneldi. Yine Guardian’ın başyazısında belirtildiği gibi İngiltere’nin farklı şehirlerinde gerçekleşen protestoların rahatsız edici gerçeklerle yüzleşme yarattığını söyledi. Çünkü ırkçılık sadece ABD’de değil İngiltere’de de hakimdi. Bir protestocunun söylediği gibi “İngiltere’nin de elleri temiz değildi.”

İngiltere’deki Eylemler

Geçtiğimiz hafta İngiltere’de gerçekleşen protestolara on binlerce kişi katıldı. Koronovirüs salgının sona ermediği ve sokağa çıkma kısıtlamalarının var olduğu bu günlerde, farklı şehirlerde ve günlerde buluşan kitleler hem Trump yönetimini hedef alarak, hem de eşitsizliğin ve ırkçılığın altını çizerek yetkililere seslendiler.

Eylemlerde öne çıkan sloganlar ve pankartlar siyah olma durumu, polis şiddeti ve kurumsal ırkçılık üzerineydi. Özellikle İngiltere’de Koronovirüs salgınında siyahların beyazlara göre daha çok hayatını kaybetmesi de pankartlara yansımıştı[2]. Eylemlere katılan bir beyaz kadın “kendimizi sürekli eğitmemiz gerek” pankartını taşıyordu ve başka bir eylemci ise beyaz üstünlüğü düşüncesine karşı mobilize olunması gerektiğini söylüyordu. Başka bir pankartta ise “ırkçılık en büyük pandemi” yazıyordu. Alanlarda “nefes alamıyorum”, “siyah hayatları önemlidir”, “polis şiddetine son” sloganları hakimdi.

Guardian’dan Tim Adams eylemcilerin pandemi zamanında riskleri yok sayarak alanlarda toplanmasını “aciliyet” ve “bitkinlik” hissinin hakimliği ile açıkladı. Onun da belirttiği gibi geçmiş adaletsizlik bugünün öfkesini şekillendiriyordu[3]. Protestolara özellikle lise ve üniversite öğrencileri tarafından katılım yoğundu. Geçtiğimiz hafta Londra’daki en büyük eylemler Amerikan Konsolosluğu’nun önünde, Hyde Park ve Westminster’da gerçekleşse de mahallerde de protestolar gerçekleşti. Bristol şehrinde 84 bin Afrikalı’nın köleleştirilmesini sağlayan Edward Colston’ın heykeli protestocular tarafından yıkıldı.

Eylemler devam ederken bir yandan da İşçi Partisi’nden vekiller ABD’deki polis şiddetine karşı İngiliz hükümetini hareket etmeye çağırdı. Uluslararası Ticaret Gölge Bakanı Emily Thornberry, Donald Trump’ın şiddeti arttıran açıklamalarından sonra İngiltere’nin Amerikan güvenlik güçlerine toplumsal olaylara müdahale araçlarını tedarik etmeye devam etmesinin “utanç verici” olacağını söyledi[4] ve hükümete harekete geçmesi için bir mektup yolladı. Bazı vekiller protestolara katılırken, son günlerde ırkçı ve taciz eden mesajlar alan İşçi Partisi’nin Brent Central vekili, Dawn Butler, ABD’ye göz yaşartıcı gaz ve plastik mermi ihracatını durdurma imza kampanyasını başlattı. Butler hem mecliste hem de sosyal medyada sistemik ırkçılığı düzeltmeden gerçek değişimin gerçekleşemeyeceğini söyledi.

Protestolar devam ederken İngiltere içindeki reform ve değişiklikler üzerine tartışma yürümeye devam etti. Meclisteki tartışmalar protestolarda da dile getiriliyordu. Eğitim sisteminin ve müfredatın değişmesi de bu taleplerden biriydi. Black Curriculum gibi eğitimde reform talep eden gruplar sömürgeciliğin yarattığı mirasın anlaşılmasının kurumsal ırkçılığı aşmak için önemli bir adım olacağını belirttiler.[5] Bu talepler “Britanyalı çocuklara İngiliz Emperyalizmi ve Sömürgeciliğinin Gerçekliklerini Öğretin” imza kampanyasına dönüştü.

“Öldürülen Siyah Kadınların Adını Söyle” ve Dünyada Artan Dayanışma

Bu sürecin öne çıkan özelliklerinden biri ise sosyal hareketler ve protestocular hem sokakta hem de sosyal ağlar üzerinden mobilize olması ve uluslararası bir dayanışma ağının örülmesiydi. Bu ağlar da gün geçtikçe büyüyor. Dünyanın her yerinden milyonlarca dayanışma mesajları paylaşıyor ve eylem taktikleri yayılıyor. Floyd’un ölümünün ardından #SayHerName (Onun Adını Söyle) etiketi de sosyal ağlarda hızla yayılmaya başladı. Farklı coğrafyalarda aynı sloganlar, görseller ve isimler haykırıldı; hayatını daha önce kaybetmiş kişilerin hikayeleri anlatılmaya başlandı. Sivil Haklar aktivisti ve akademisyen Kimberlé Crenshaw[6] ve bir sosyal harekete dönüşen “Say Her Name” uzun zamandır öldürülen siyah kadınların isimlerini ve hikayelerinin duyulması için mücadele ediyordu. Floyd’un ölümünden sonra siyah kadınların hikayelerinin unutulmaması için yeni bir hareketlenme başladı. Sandra Bland, Breonna Taylor[7], Tanisha Anderson, Michelle Cusseaux ve daha niceleri… Onların hikayeleri paylaşıldı ve onların neden “unutulduğu” tartışılmaya başlandı. Farklı eşitsizlik biçimleri üzerinden başlayan tartışmalar kadınların “Siyah Hayatları Önemlidir” hareketinde görünmezliğini sona erdirilmesi gerektiğini gösterdi.

Sosyal medya etiketleri üzerinden sanatçılar kaybedilen hayatları anmak için görseller ve çizimler paylaşıldı. Özellikle bu haftaki eylemlerde Ariel Sinha’nın Breonna Taylor illüstrasyonu, onun adını söyle etiketiyle birlikte yaygın olarak paylaşıldı ve İngiltere’deki eylemlerde de protestocular tarafından pankartlarda taşındı. ABD’de başlayan eylemlerde de Alexandria Ocasio-Cortez salgından ve polis şiddetinden korunmak için tek görsellik bir kılavuz hazırlamıştı[8]. Bu kılavuz ve içeriği İngiltere’deki protestolarda da kullanıldı.

Son olarak, geçtiğimiz iki haftada başlayan mobilizasyonda kadınlar dayanışma sağlayarak, hükümeti hesap vermeye ve değiştirmeye zorlayarak, alanlarda protesto ederek ve hikayelerin duyulmasını sağlayarak “Siyah Hayatları Önemlidir” hareketini şekillendirdi. Kadınlar ırkçılığın feminist bir konu olduğunu ve kadın dayanışmasının bu hareketteki önemini gösterdiler. Gelecek günler de bu dayanışmanın büyüyeceğini gösteriyor.

[1] Bu rapor ile ilgili Michael Bankole’nin yazısı okunabilir. https://www.independent.co.uk/voices/coronavirus-bame-deaths-phe-matt-hancock-blm-racism-a9546091.html

[2] Bu rapor ile ilgili Michael Bankole’nin yazısı okunabilir.https://www.independent.co.uk/voices/coronavirus-bame-deaths-phe-matt-hancock-blm-racism-a9546091.html

[3] ABD’den “Siyah Hayatlar Önemlidir” aktivisti Braelyn Willis ile konuşan Burak Tatari’nin mülakatı da süregelen adaletsizliğe değiniyor: https://medyascope.tv/2020/06/04/siyah-hayatlar-onemlidir-aktivisti-braelyn-willis-medyascopea-konustu-trump-iktidarinda-bircok-insan-irkciligini-cekinmeden-ortaya-koyuyor/

[4] Emily Thornberry‘nin mektubunun tam metni: https://labour.org.uk/press/emily-thornberry-demands-action-on-us-riot-control-exports/

[5]2019 yılında kurulan ve Siyah tarihinin müfredata girmesi kampanyası yürüten Black Curriculum hakkında kısa bir BBC videosu: https://www.bbc.co.uk/news/av/education-51650417/black-history-should-it-be-part-of-the-wider-curriculum

[6] Kimberlé Crenshaw ve “intersectionality” (sosyal konumlarının cinsiyetleri dışında sınıf ve etnik kökenleri tarafından da etkilenmesi görüşü) hakkında giriş niteliğinde bir mülakat https://www.vox.com/the-highlight/2019/5/20/18542843/intersectionality-conservatism-law-race-gender-discrimination

[7] Alisha Haridasani Gupta New York Times’ da neden Breonna Taylor hakkında konuşmadığımız hakkında bir yazı kaleme aldı. https://www.nytimes.com/2020/06/04/us/breonna-taylor-black-lives-matter-women.html

[8] Gözaltına alınma durumunda Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU) yasal haklar üzerine, Teen Vogue dergisi stratejik ve etik olan documentation tekniği hakkında bir kılavuz hazırladı. Link: https://www.teenvogue.com/story/how-to-film-police-safely

Bu yazı Eşitlik Adalet Kadın Platformu’nda  yayınlanmıştır. Orijinal linke erişmek için tıklayınız.

Fotoğraflar Begüm Zorlu tarafından çekişmiştir.

Voices From Egypt After the Military Coup: A Quest For National Consensus

490-330
This is an extract of the POMEAS (Project on the Middle East After the Arab Spring) interview.
Mahmoud Makade, a resident of Cairo and the general secretary of Tomorrows Youth Liberal Organization answers our questions about the Egyptian uprising of 2011 and the path that re- created an elevated form of authoritarianism in the country.
 
To start off from an individual point of view, how can you describe the uprising, were you part of the movement then, how was the first mobilization setting off from the streets of Cairo?
I was the general secretary of Tomorrows Youth Liberal Organization since 2010 he was a university student in Cairo. For us the demonstrations did not start in 2011. We prepared for protesting before 2010, with the 6th of April movement. There were also people in support of different figures, Muslim
Brotherhood, socialists. There were various active political groups before the revolution. They were preparing huge protest for reforms in 14 January 2011.
When Bin Ali ran away from Tunisia and we heard about the Jasmine revolution impatience rose in Egypt. We were ready to ask for more. So we felt that we had the power at 25 th of January to march. We made banners in public areas around Cairo trying to ask people to make a demonstration against Hosni Mubarak.
We were surprised because we didn’t accept this turnout.
So why do you think they joined the protest, then?
First, in the last ten years there was a certain date for protesting in squares with a demand. This started with 9 th of April 2003 when American invaded Iraq. It was the first time when Egyptian people protested against the regime. This was the first time after 1952 they started to chant against the head of government.
Then what happened in 2004 remained crucial. The Kefaya- كفاية (Enough) movement said no for extension and no for heritability. There was a new opening in 2005 when Ayman Nour was a candidate of the Liberal Party against Hosni Mubarak. But the conclusion was the fraud elections and then they
arrested him for 5 years.
6 April Movement was one of the most important social protests but still, it was not massive. So, 25 January came like a carnival for us. It was a result of the struggling of almost 7 years. In 2005 we weren’t more than 200-300 protestors when we were chanting against Hosni Mubarak. In January we were 250 000 in
60 minutes at Tahrir square.
The popular congestion came with the high prices and the non-changing rates of poverty and unemployment. 12 million Egyptians live in the suburbs and they were upset and had enough. So we used these problems against Hosni Mubarak.
We used another technique, which was really important. It was the slums they are not organized by the government. So we tried to communicate with youth groups that are not related to political parties. We used it for football fans and we succeed to communicate with them. Al-Ahly and Al-Zamalek Ultras fans, we
couldn’t have this revolution without them.
The difference from any protests since 2005 to 2011 was that 2005 wasn’t a mass movement. The mass movement made a revolution. What about the influence of workers on the revolution?
The workers have their story with strikes since the 1970s; they had a lot of important strikes since 2010 until the military coup until 2013. The 2013 coup repressed the worker movement like any other movement in Egypt. Between the strikes of the 1980s and now there is a difference. The slogans were different. In
The 1970s there were chanting for democracy and freedom now today they only say functional slogans, not for broader ones. Their outlook is a certain target.
Strikes took place in Mahalla textile workers In Mahalla 2008 they smashed the statue of Hosni Mubarak with their shoes. During the 18 days of the revolution, they used civil disobedience, most of them didn’t go to work.
The Copts have supported the revolution and experienced the military-policy brutality in and in the aftermath of the fall of Mubarak like the Maspero events.
How about their position now with the Sisi government? It is said that the Copts support Sisi. Can you name some of the reasons for this support?
In the Tahrir uprising, the head of the Coptic church Pope Shenouda III told the Christian Egyptians not to join the protests against Hosni Mubarak. The pope was really popular and they really liked him, but the Christian youth kept sharing videos on the Internet that meant ‘we respect the pope we got his orders but we are Egyptian and we have the right of revolution and be against Hosni Mubarak’.
The Christians were one of the main actors of the Egyptian Revolution. Unfortunately, many accidents happened. From the radical Islamists in many cities there were attacks and also they destroyed a church in Cairo. They cut an ear of Christian man. When a Christian governor was elected in Qena they protested in front of his office and because of the protests, the government replaced him. There were speeches from people around Morsi with negative statements.
That is what made them stand by anyone who will topple the Muslim Brotherhood. They didn’t want Muslims to reach authority. Until 1952 there was no difference between Muslims, Jews, Christians. For more than 60 years the military rule they destroyed this togetherness. The huge part of the Muslims in
Egypt sees Christians just as guests and they should leave and I am not kidding they have monsters in church for attacking Muslims.
On the other hand, Christians think that they own Egypt and the Muslims came from Arabia and they forced Egyptian people to convert to Islam and Egypt is a Christian country once the Muslims will leave it will be Coptic again.
The regime of Sisi is playing with fire and is double-faced. It says that it is protecting Copts from Muslim groups but Sisi was arresting people who were eating at Ramadan, at the same time he is arresting Christian people and accusing them that they are Muslim Brotherhood.
What about the popular faces that appeared after Tahrir? Bloggers, alternative media and revolution were an important point of discussion. Where are those people today?
They were a lot of public figures like Yusri Fuda, Moataz Matar, Reem Majid, Basem Yousif who were really speaking with the voice of the revolution. These voices are silent now. Some of them were depressed, felt helpless and they saw their selves like they did something wrong they are disappointed that the
revolution ended like this. Some left Egypt, some are in Turkey, some are banned on TV.
In Morsi era the media-revolution relations were different. He tried to push the public figures and make them close circles but he didn’t arrest them and put a censor on them but the Sisi regime is doing it directly. He is doing it directly to the public figures not to show their ideas.
What were the new parties that were born from the movement of the revolution and were crucial for the movement itself?
I think the most important one was ‘No to Military Trials for Civilians’. University students like Mona Seif led it. She was a 19-year- old student now in the jail for 3 years. They charged her with the protest law.
A lot of feminist groups started since the revolution and it was very important for women. The problem of the movements was that they didn’t work well together that is why we are seeing this picture now.
Most of them lay on the ground in front of the tank or depressed in their home or dead or prison in his cell. Some of the parties who showed up in the revolution led by businessman Naguib Sawiris and also Amr Musa today they are today pro Sisi.
We know that under the Sisi regime not only Muslim Brotherhood but also people from different groups are arrested like fans, students what kind of organizations do they come from what are they sentenced for?
What is happening in Egypt now is arresting anyone who is trying to think, anyone with creative ideas from every part of the society. It can be said that it was the same in the 1952 military coup. There is a resemblance between the eras. They prepare the charge before each one is arrested with no investigation.
When they judge someone they put the label the terrorist organization.
The regime is judging with terror even pro Sisi people are getting arrested. So in your opinion would there still be a coup no matter who governed like if there wasn’t an Islamist government would there still be a coup? I think that who ever controlling Egypt after the revolution would have the same faith. It wouldn’t matter if it is leftist liberal Islamism. But Morsi made mistakes with rebels and the national coalition. The Egyptian revolution made this coup easier.
On the other hand Morsi trusted Sisi, which turned out to be one of his main mistakes. When Morsi made the ministries he was thinking Sisi agreed with theMuslim Brotherhood. He was saying that the Muslim Brotherhood Sisi made Islam entering the Egyptian army.
In this atmosphere is there a place for free jurisdiction?
In 11 February 2011 our problem was the police till killing arresting and torturing us. Before, we trusted the army and courts more or less. Today we don’t trust anyone nor the court and the army and it is a huge problem that Egypt faces.
After the coup the trust between the people army and court is over. I don’t know where it will take us for sure there are honest judges but the problem is the system itself. Judges working in the Mubarak regime are still in power. The stability of all our ministries was necessary for a victory. So it was clear that the
revolution was not finished in Egypt we need independence of judges we need to have main government organizations to change army and police.
Political activity in Egypt stopped at 3 July we do protests sometimes we try to protest and invite people to continue the revolution each time we protest the government arrests most of our group.
The vice president of our organization was shot by a gun when he was protesting he is still in the hospital. The Egyptian government attacked our main office and throw our stuff at the street now they are pushing us not to open office again. The political is linked with the economy there is no economic development without
democracy there is no democracy without freedom there is no freedom without being safe and there is no safety for Egyptians before national consensus. For that there has to be unity among Egyptian people, there has to be transitional justice.
Sisi after the 2nd of June 2013 became a main part of the problem, the only solution is him leaving. Sisi is trying to calm the people down but there will be a spark that will start an explosion. Maybe this explosion will be kind of a hunger revolution and I hope that won’t happen as a hunger revolution with high
consequences. Or maybe this explosion will be the national consensus between the rebel parties that was separated in the Egyptian revolution.
There are millions who adore Sisi but every day he loses support. That was clear when he was candidate people didn’t go to box. Every political, economic, social failure feeds the unpopularity. The problems increased after the revolution but in Sisi time it got worse. He said that he would build building units for people in the slums, but nothing. The economic situation will destroy Sisi because it is not
sustainable. All the rebels are arrested and there are more than 40 000 political prisoners, the government here doesn’t build houses but jails.
So as a last word national consensus is a must. This was our mistake in the revolution. This is what we will try to reach first.